GEÇMİŞE ÖFKEYLE YA DA GELECEĞE KORKUYLA BAKMAK YERİNE, ÇEVRENİZDE OLANLARA HER ŞEYİN FARKINDA OLARAK BAKIN.
31 Ocak 2008 Perşembe
30 Ocak 2008 Çarşamba
29 Ocak 2008 Salı
28 Ocak 2008 Pazartesi
27 Ocak 2008 Pazar
26 Ocak 2008 Cumartesi
A BLOK ANILARI (KIŞ 1983)
Sayımlar burada koğuşun içinde alınıyordu. Koridor nöbetçisi er, sayım ekibi gelmeden bizi sayım vaziyetine geçiriyordu. Arkamız koridora dönük bekliyorduk. Sonra gardiyan hücre kapılarını açardı. Sonra sayım ekibi askerler marşlar eşliğinde nara atarak bir gürültüyle gelirlerdi. Sonra çavuş dikkat komutuyla birlikte istiklal marşının herhangi bir kıtasını oku komutu verirdi. Hep bir ağızdan başlanırdı okunmaya. Ben hiç bilmiyorum, şimdiye kadar da başımıza böyle bir şeyin geleceğini düşünmediğimizden, ezberlememiştim. Okuma işi bittikten sonra çavuş yeni komutunu veriyordu. Geriye dön, iki adım ileri marş. İki adım gittikten sonra, tekrar geriye dön komutu verirdi. Sonra çavuş koğuş mevcudunu söyleyerek görüş için nöbetçi subaya arz ederdi. Çavuş sonra say komutu verirdi. Bir nolu hücredeki; bir, en son hücredeki de sondur komutan' im derdi. Çavuş yerlerinize marş komutuyla herkes hücrelerine girer, kapılar kapanır ve sayım biterdi.
Böylece iki yıl sürece hücre yaşantım başlamış oldu.
Birkaç gün seslerden, kimin kim olduğunu ve tecrit işleyişini öğrenerek geçti. En çok sesi çıkan on beş nolu tecrit deki
Amasyalı arkadaştı. Arada bana sesleniyordu, okuyacak kitap verebilirim diyordu. Kitapları nöbetçi er’lerle gönderiyorlardı. Her er değil tabii ki. Onlar öğrenmişler kime güveneceklerini. Her nöbetçi er’de konuşmuyordu zaten. Onlara kesin talimat veriyorlardı, Tutuklularla konuşmayacaksınız diye. Ancak bazı er’ler bizlere güvendiklerinden küçük kaçamaklar yapıyorlardı. Bu da bizleri mutlu ediyordu.
Bir gün Erhan’la beni aldılar tecritten, A blok’a götürdüler ” kafese” koydular. Burada bekliyoruz. Bizi getiren b blok görevlisi astsubay işlemlerimizi yaptırıyor sanırım. Çok sevimsiz biriydi. Tutululara karşı özel bir kini vardı sanki. Kafeste görevli erler neden geldiğimizi soruyorlar. Bilmiyoruz dedik. Ne iş yapıyorsunuz dediler. Astsubayız dedik. Astsubayın ne işi var burada dalga mı geçiyorsunuz, deyip copları rastgele vücudumuzun çeşitli yerlerine vuruyorlardı. Üstümüzdeki bütün kıyafetleri çıkarttılar. İç çamaşırlarımızla kaldık. Çıkarttığımız kıyafetleri kontrol ediyorlar, bir taraftan da çıplak vücudumuza cop’la vuruyorlardı. Bize uygulanan şiddeti gören, B blok görevlisi astsubay keyifle gülüyordu. Sonra kıyafetlerimizi giymemiz için geri verdiler, giyindikten sonra kafesten çıkardılar. Şimdi a blok görevlisi er’ler götürüyorlar, zemin kata kadar indik sanırım. Dehliz gibi bir yere geldik, birçok kapılar var. Kapılardan birini açtılar beni içeri soktular. Bir başka yere de Erhan’ı koydular. Karanlık bir yer, ışık falan yok. Kapı yüksekliğinden sonra, yaklaşık elli santim yukarda beş santim çapında bir havalandırma deliği var, oradan küçük bir ışık huzmesi süzülüyor. Yer beton ve üstüne oturulacak hiçbir şey yok. Oturup sırtımı duvara yasladım ve ayaklarımı uzatamıyorum, dizlerimi kırarak oturabiliyorum. İşte “TABUTLUK” dedikleri yer burası. İçerde bir tane hastanelerde hastaların kullandıkları ördeklerden var. Kolumdaki saatin kaç olduğunu bile görmüyorum karanlıktan. Yemek zamanlarını kapı açılınca anlıyorum. Zaten ekmek arası bir şeyler veriyorlar, sulu yemek yok. Galiba bir iki defa verdiler. Yemek kaplarını akşamları topluyorlar ve bu esnada ördeklerdeki atıkları da boşalttırıyorlar. Bizden önce buraya getirilmiş tutuklular birbirleriyle konuşuyorlar. Bu akşam Diyarbakırlı asker nöbetçiymiş. Tek, tek “tabutlukları dolaşıp kapılarını vuruyor sigaranız var mı diye soruyor. Ben yok dedim. İki adet sigara ile kibrit çöpü ve Eczası’nı yukarıdaki havalandırmadan attı. İki gün idare et dedi bana. Birini içtim ikincisini akşam ördekleri tuvalete boşaltmaya gidince yakalattım. On günümüz tabutluk ta böyle geçti. On birinci gün çarçabuk bizleri çıkardılar, sakal traşı olmamız için bir yere götürdüler. Her birimize birer permatik verdiler, uzamış ve sertleş sakalımı keserken yüzümün birkaç yerini de kestim. Kanı durdurmak imkânsız, durmadan akıyor. Sonra bizi tekrar B bloğa tecrite geri götürdüler. Kolordu komutanı A bloğu teftiş edecekmiş, o yüzden bizi apar topar çıkarmışlar. Belki daha ne kadar kalacaktık kim bilir?
Erhan tecrite geldikten sonra bana karşı saldırganlaşmaya başladı. Küçük görmeye ve aşağılamaya başlamıştı. Hatta bir gün dört adımlık tecritte volta atarken sinirlerimi bozdu, boğazına sarıldım. Tuhaf bir şekilde hiç karşı koymadı. Bilinçli yaptığına inanmaya başlamıştım. Bunun üzerine Blok amirliğine dilekçe yazdım, başka bir yere alınmam için. Bir iki gün hiç konuşmadık. Zaten bir hafta sonra da beni en sondaki tecride aldılar. Erhan’la yollarımız ayrılmıştı artık. Mahkemeye giderken bile yan yana gelmiyorduk ve birbirimizi görmemiş gibi yapıyorduk. En son tahliye olduğumuz gün gördüm, bir daha hiç görmedim, tam yirmi iki yıl oldu, nerelerdedir ne yapıyordur kim bilir?
Bu tecritte ben yaşça büyük biri kalıyordu. Ahmet UĞURLU. Sağlık nedenleriyle sayımlarda tecridin içinde sayılıyordu. Yani doktor raporu vardı. Yoksa yaşına, hasta olduğuna bakmazlardı.
TECRİT’TE YALNIZ GEÇEN GÜNLERİM
“Türk TV tüpünün babası öldü
Türkiye'de ilk televizyon tüpünü üreten Uğurgül Fabrikaları'nın kurucusu Ahmet Uğurlu (72) geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da vefat etti. Ahmet Uğurlunun cenazesi, bugün Ataköy 5'inci Kısım Camii'nde kılınacak öğle namazının ardından Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile kabristanına defnedilecek. 1995-1998 yılları arasında Kanal 6 Televizyonu'nda Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Hasan Basri Uğurlunun babası olan Ahmet Uğurlu, Türkiye'ye ilkleri getiren sanayiciler arasındaydı. Kırşehir doğumlu Uğurlu, televizyon, televizyon tüpü, elektrik sayacı ve çelik döküm imalatını yapan Uğurgül'ü kurmuştu.
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/04/26/117533.asp”
Ahmet UĞURLU’NUN başka bir tecritte ortağı Ali Bey vardı. Şirket yöneticisi olarak birlikte tutuklanmışlar. Tutuklanma hikâyelerini Ahmet UĞURLU’NUN kendinden dinleyelim.
“Televizyon tüpü üretimi için gerekli hammaddeyi İtalya’dan ithal ediyorduk. Bu malzemelerin bir kısmı defolu mallar idi, bunlar gümrük antreposun kalması gerekiyordu. Bizim bilgimiz dışında Şirket görevlisi sağlam malzeme gibi, gümrük antreposundan çekip fabrikada tüp imalatında kullanmışlar. Rakip firmalarda bunu öğrenip kaçakçılık şubesine ihbar etmişler ve ortağımla birlikte tutuklandık.”
Ahmet Bey yatağının üstünde oturarak beş vakit namazını kılan biriydi. Bir oğlu varmış, Amerika’da insan mühendisliği konusunda eğitim almış. Şimdi kendi şirketinde müdür olarak çalışıyormuş. Her hafta Çarşamba günleri uçakla İstanbul’dan ziyaretine gelip aynı gün geri dönüyormuş. Aynı şekilde Ali beyin ziyaretçileri de.
Ahmet Bey bayram günleri tüm koğuşa baklava siparişi verirdi. O yüzden koğuşta çok popülerdi. Hatta bir defasında koğuşa televizyon alınması için blok amiriyle görüşmüştü. Ama kabul edilmemişti, üstelik böyle bir istek kabul edilse bile tecritteki insanlar tarafından seyredilmesi olanaksızdı.
Bir gün tecrite Fahrettin ASLAN’I getirdiler, babalar koğuşundan. Bu koğuş sarımsak kokuyor beni başka bir yere alın diye talepte bulunmuş onun için getirmişler. Behçet Cantürkün tecrit’ine koydular. Behçet’i yine şubeye almışlardı, tecrit'i boştu. Behçet sık gidiyordu emniyete. Ya sorgusunda eksiklikler buluyorlardı ya da yeni kanıtlar çıkıyordu Behçet’in ifadesine başvuruyorlardı. Çok zeki ve dürüst biriydi. Fahrettin ASLANI hiç sevmezdi korkak diye.
AHMET beyin tecrit’ine gelince sayımlarda en son kişi ben olduğum için, sondur Komutanım demem lazım, çavuşa komutanım demeyi gurur yaptığımdan demiyordum. Çavuş aslında iyi birisiydi, baştan tekrar saydırdı. Ben tekrar sondur komutanım demediğim için, Nöbetçi subayla konuştular sanırım, benden bir öncekiyle, benim yerimi değiştirdiler. Baştan tekrar saydırdılar, benden sonraki sondur komutanım dedi ve üç defa saydırıldıktan sonra, sayım da bitti. Bundan sonraki sayımlarda ben, benden öncekiyle hep yer değiştirdim. Nöbetçi subayları da buna alıştı, ses çıkarmadılar.
1982 kışının çok sert geçtiğini söylemiştim; eşimle görüşmemizde canının çok sıkkın olduğunu fark ettim. Nedenini sordum, beni üzmemek için önce söylemek istemedi. Ben ısrar edince söylemek zorunda kaldı; parasızlıktan odun kömür alamamış. Bir görüşme sadece bunu öğrenmek için geçti, başka hiçbir şey konuşamadan. Tecrite döndüğümde moralim bozuktu, öyle sessizce oturuyordum Ahmet bey anladı tabi, moral vermek istedi. Bak dedi,” ben hasta ve bir sürü para kaybetmişken senin kadar üzülmüyorum. Sıkma canını bunlar da geçer dedi.” Bilse benim derdim başka. Aklıma Şarkışla da ki arkadaşım Mehmet DİKİLİTAŞ geldi. Mektup yazdım ve ondan para istedim. Mektubu da bir şekilde birileriyle postalattım. Eşimle bir ay sonraki görüşmemizde bana ,”Mehmet bana odun-kömür almam için para gönderdi,” dedi. “Bende geri gönderdim dedi.” Gurur meselesi yapmış. Oysa çok yakın arkadaştık. Onlara bile zor durumda olduğunu fark ettirmiyordu. Eşime bundan böyle ayda bir ziyaretime gel dedim. Hem kış çok sertti hem de masraf azalsın istedim. Eşim de olumlu karşıladı. Ahmet Bey yardımcı oluyordu, sadece sigaraya para veriyordum. İki ay Ahmet beyle aynı tecridi paylaştık. Sonra beni onsekiz yirmi kişilik küçük bir koğuşa aldılar. Bizim astsubay koğuşu olarak kaldığımız yere çok yakın. Burada sol ve sağ tutuklu sayısı birbirine çok yakın. Sol grubun içinde TKP' li bir ben vardım. Diğerleri DEV-YOL gurubundandı. Dört ya da beş kişilerdi. İçlerinde benden de yaşlı öğretmen bir arkadaş vardı. Onunla süreç içinde daha yakın olduk birbirimize. Diğerleri birbiriyle bile geçinemezlerdi. Nasıl insanlardı anlamıyorum, sanki mahkemede birbirlerine karşı doldurulup geliyorlardı. Önceleri karışmıyordum. Baktım olacak gibi değil, beş kişilik komünü ikiye ayırıyorlardı. Ortaklaşa alınan malzemeleri sen çok yedin, o çok yedi gibi düşüncelerle birbirlerini suçlayıp hemen gruptan ayrılıyorlardı. Bende sorunu didikleyip önce bunları ayırıp sonra birleştiriyordum. Bunu iki defa yaptım. İşlerinde yaşça büyük olan öğretmen anladı. Bana dedi ki sen bunu bilinçli yapıyorsun, evet dedim. Neden dedi? Kaç defadır ufacık sorunlarla birbirlerini kırıyorlar ve ayrılıyorlar, bende onlar ayrılmadan bunu yapıyorum ki düşünsünler bir daha yapmasınlar ve sorunlarını konuşarak çözümlesinler istedim. Zaten bundan sonra ayrılmadan önce bana geliyorlar, Konuşuyoruz ve sorunları çözüyorduk. Komün başkanı öğretmen arkadaştı ama gölge başkan bendim. İlk defa böl, parçala, birleştir, yönet formülünü burada uyguladım ve başarılı da oldum.
Öğretmen arkadaşla çok samimi olduk, birlikte İngilizce çalışıyorduk, ikimizin günlük bir paket sigara hakkımız vardı, onar adet bölüşürdük. Bir sigaranın yarısını ben, yarısını o içerdi.
Bizim koğuşun penceresi havalandırmaya bakıyordu. Diğer koğuşlar havaya çıktıklarında, bizim koğuşta tanıdıkları olan varsa konuşmaya çalışıyordu. Görevli askerler engellemeye çalışırlardı ama yinede bu girişimde bulunuyorlardı. Blok amirine şikâyet etmiş askerler. Bunun üzerine koğuş penceresini dışarıdan düz bir levhayı, pencere demirlerine kaynak yaparak kapattılar. Ne ışık alabiliyoruz nede oksijen. Karar aldık, sayımdan önce herkes sigara içecek. Ufacık yer zaten, göz gözü görmüyor, duman altı olduk. Sayım sırası bize geldi, çavuş kapıyı açtı, açmasıyla ürkerek kendini geri çekti, yangın çıktı zannetmiş. Koğuş sorumlusu, pencerenin kapatıldığını, yemekten sonra da sigara içilince böyle oluyor dedi. Sayımdan sonra kaynak makinesiyle perçinli yerleri kopartarak, levhayı kaldırdılar. Sigara eylemi başarılı olmuştu.
TACİZ OSMANLI ALIŞKANLIĞI mi?
Perihan Mağden
26/01/2008 (2830 kişi okudu)
Geçen pazar 1 Ecnebi'yle çok çok korkunç sahneler yaşadım Değersan İzleyicilerim: Hem yarattım; sonra da yaratıklandırdığım rezaletleri yaşadık hep birlikte (grup olarak) mecburen.
Tamam, haklıydım; hâlâ da haklılığıma dair beş gram kuşku yok içimde. Ama rezalet rezalettir. Çıkartanı da yorar, karşısındaki Hak Eden'i de.
İşte salı günkü "Hey Yabancı Defol Git Huzurumdan!" yazısı bunun dışavurumuydu. Bir mantık çerçevesinde. Analitiklik penceresinde. Yorumlama tenceresinde. (Kafiye İncirlemesi'nde.)
Ve fakat Yokuş Aşağı Samimiyet Tekniği ile yazdığım için yazılarımı, yazımın sonunda bulunan "Kol kırılır yen içinde kalır" tiradı beni dahi dehşet içinde bıraktı. Bana pekâlâ, NE olmaktaydı?
Yoksa, yoksa ben Gündem'le yoğrula yoğrula, hakikatlerle uğraşa uğraşa, müştekileşe leşe Abused (Cinsel ve
Tinsel Tacize Uğramış.) Çocuk Sendromu'na mı yakalanmıştım? Neydim?
Bu Memleketin Meseleleri'ne tebelleş olmanın bedeli (bir de) bu muydu?
Hepimizin eşitlendiği/reşitlendiği yer, Bu Topraklar'da, cümlemizin Abused Çocuklar Psikolojisi'nin kaçınılmaz taşıyıcıları/paylaşıcıları olmamız hali miydi? Neydi?
Tel Ağlar beni, en (c)acıklı yerimden, çocukluğumda hiç almadığım yaraları
ŞİMDİ VEKÂLETEN alır olma halimden mi yakalamıştı?
Ennnnn Abused Olmayanımız dahi, bir an gelecek kendini böyle hissetmek zorunda mı kalacaktı?
Ortak Bilinçaltı, buralarda, BU MUYDU?
Nedir Abused Çocuk? Babası/amcası/başöğretmeni/memuru/
askeriyesi/müdürü/yengesi/tostçusu/kontrolörü tarafından yani HER NEVİ otorite figürü tarafından taciz edilmiş, en yara almaya
açık hassas kırılgan döneminde feci yaralanmış/örselenmiş, ruhen ve bedenen itilip kakılmış Çocuk olma hali nedir? Hallerin en acıklısı/zavallısı olma hali, nedir peki? Nedir?
Abused Çocukların (metafor olarak değil harbiden taciz edilmiş çocukların) en içler acısı hakikati, taciz edilme hallerini 'accomodate' etmeleridir.
Bir nevi yerleştirirler. Normalleştirirler. İçselleştirirler. Katlanılır/katlanası hale getirirler.
Yoksa Sistem (sistemleri) çökecektir. Kofraları atacaktır. Hayatta kalamayacaklardır.
Hem içinde bulundukları aşırı hazin durumun normal olmadığını bilirler; hem de ters takla atarlar içlerinde NORMALMİŞ GİBİ yapabilmek, hissedebilmek için.
Zira: içinde debelendikleri kirliliği dışarı yansıtmak onlar için zuldür. Dışarsı onları yargılayabilir. Yadırgayabilir. Hor görebilir. Kesinlikle anlamayabilir. Ve
duruma el koyabilir.
Duruma, durumlarına el konulduğu anda, tacize uğradıkları yeri (ailelerini/yurtlarını/esasında herrr şeye rağmen sevdiklerini) terk etmeleri gerekebilir.
Oysa sapkın bir şekilde, Abused Çocuklar kendilerini taciz edene/edenlere bağlanırlar. Hem başka çareleri yoktur hayatta kalabilmek için, hem de çok büyük bir yakınlık da tesis edilir esasında Taciz Eden'le (Sınırları Geçen'le) Tacize Uğrayan arasında.
Bir nevi suç ortaklığı. SIR! Dışarı Söyleme! Dışarsı burdan iyi mi? Burası senin. Sen buraya aitsin. Gittiğin YABANCI yer, burdan daha mı iyi olacak peki?
Ayrıca çok hastalıklı, acıklı bir biçimde Abused Çocuk taciz edilmesinin
/böylesine büyük bir saldırıya/işgale uğramasının nedeni olarak kendini de görmeye başlar. Kendini suçlar.
O, kirletilmektedir. İncitilmektedir.
Taciz edilmektedir. Ruhen ve bedenen işgal edilmektedir. Çünkü kirlidir, suçludur, kusurludur.
O, taciz edilmeyi demek ki, hak etmektedir.
Bu hastalıklı düşünme/hissetme tarzı, esasında Abused Çocuğun hayatta
kalabilmek için sığındığı bir Savunma Düzeneği Limanı'dır.
Zira bir haklılık yaratmazsa, yani bir çeşit başına gelenleri HAK ETTİĞİNE dair abuk sabuk bir düzenek inşa etmezse; büyük
bir haksızlığa uğramaktadır zira. NE YAPABİLİR Kİ? NASIL devam edebilir ki?
Hiç hak etmediği şekilde, hiç hak etmediği birinden, en yakınınından, en sevmesi gerekenden, çok feci bir 'muameleye' maruz kalmakta, gıkı çıkmamakta, çıkamamakta, gücü yetmemekte, ne yapacağını bilememektedir.
Güçler öylesine eşitsiz, Abused Çocuk öylesine çaresizdir ki: Hem Tacizcisi'ne daha da bağlanır, "Aslan babam. Yegâne Paşam" modeli. Hem de kendini tüm bu tacizlere müstahak görür. Onun kontrol edilmesi, itilip kakılması, eziyet görmesi gerekmektedir.
Ve hatta Tacizcisi'nin hayatının yegâne anlamı olduğunu, O olmasa hayatında NE yapacağını, kara kara düşünür.
Abused Çocuklar'ın sıklıkla başvurdukları/gönül koydukları/kapıldıkları HAYATTA KALMA YÖNTEMİ budur.
Bir de Tacizcisini Öldüren Çocuklar vardır. Tacizcisinin ona yaptıklarını fark eden, gören, gördüklerine dayanamayan Hakikatle Zehirlenmiş Çocuklar.
Onlarla devam ederiz belki. Hakikatle Hayatları Kararmış (bu topraklarda) Çocuklar'la. Olunmayacak Kara Koyunlar'la. Tacizci Fillerle. Timur'un Filleriyle.
Perihan Mağden arşivi - Diger Yazarlar
25 Ocak 2008 Cuma
Fw: DENETLENEN YAŞAMLAR
Kaldığımız yer; daha önce revir olarak kullanılıyormuş. Binbaşı duşunu aldıktan sonra yanımıza geldi. Ben, tuvalete gitmem lazım deyip, kalktım koğuşa gittim. Onları yalnız bıraktım. Salı sabahı kahvaltıdan sonra, iki asker geldi Erhan la beni aldılar, kelepçeleyip sorgu hâkimliğine götürdüler. Sorgu hâkimliği geçici mahkeme gibi işlev görüyordu. Sorgu hâkimi, polis ifadelerimiz ve savcılık ifadelerimizi okudu, kabul etmedik suçlamaları. Tutuklanmamıza karar vererek gönderdi. Tekrar koğuşa geldik. Böylece dört buçuk yıllık tutukluluk süreci başlamış oldu.
Bizim komündeki arkadaşların yanına gittim. Akşam yemeği için hazırlık yapıyorlar. Bizim koğuş B Blok amirliğine bağlı. Blok amirliğinden görevli bir çavuş; Haftada bir gün koğuştakilerin ihtiyaçlarını liste halinde alıp, şehirden(ANKARA) satın alıp teslim ediyormuş. Bu listeleri de komün sorumlusu yapıp çavuşa teslim ediyor. İhtiyaç belirlemede sınır yok. Çaydan şekere, et den sebzeye, tatlı ve sigaraya kadar. Bir tek içki yok. Koğuşta televizyon bile var.
Şimdi asıl önemli olan para meselesi. Yanımızda çok az para var. Hepsini komün başkanına verdik. Ziyaret günü Çarşamba günüymüş. Yarın Çarşamba. Eşimle ve oğlumla görüşmeyeli tam kırk beş gün oluyor. Her ikisini de çok özledim. Sağlık durumlarını, ekonomik durumlarını çok merak ediyorum. İkinci gün de insanları, buradaki yaşamı ve işkence yorgunluğunu atmakla geçirdik. Sizlere koğuş sayımından bahsedeyim. Sayım, bir sabah birde akşam alınıyor. Sabahları saat on gibi. Tam periyodik bir zaman yok. Nöbetçi subayı, Bloktaki işini bitirdiğinde geliyor. Akşamları ise yemekten sonra yani saat yedi gibi. Sayımı, nöbetçi subayına koğuş sorumlusu veriyor. Koğuş sorumlusu “casus” binbaşıydı. Nöbetçi subayından beş dakika önce nöbetçi çavuşu geliyor; sayım için hazırlanın diyor. Herkes kapını önünden itibaren koğuş boşluğuna doğru tek sıra oluyor. Nöbetçi subayı girince tekmili çavuş veriyor, koğuş sorumlusu da saymaya başlıyor. Bazı nöbetçi subayları saydırmıyor bile. Çavuş sayıyor, nöbetçi subayına aktarıyor, nöbetçi subayı da iyi akşamlar deyip gidiyor. Koğuşun etrafında gündüz ve gece iki asker sürekli nöbet tutuyor. Koğuştan yüz metre sonra bir vadi başlıyor, tam karşısı da vadi yokuşu. Tepenin arkasında ne var bilmiyorum. Aslında gece kaçmak için ideal.(?)
Çarşamba sabahı herkes erken kalktı ve kahvaltı yaptı. Traşlar olundu temiz kıyafetler giyildi. Bizim üzerimizdekiler zaten emanet. Sayımdan sonra görüş başlıyormuş. Tel örgünün koğuş tarafına banklar ve sandalyeler kondu. Dış tarafında zaten sürekli duran banklar var. Banklar yetmezse koğuştan sandalye veriliyor, nöbetçi askerler eşliğinde. Hatice öğrenebildi mi acaba benim burada olduğumu. Oğlumu getirebilecek mi? Para da lazım. Parası var mı? Saat on gibi ilk ziyaretçiler gelmeye başladı. Koğuş da çaylar demleniyor, ikramlar hazırlanıyor ziyaretçiler için. Kimin ziyaretçisi gelmemişse o yapıyor servisleri. Tabii herkes kendi grubuna hizmet ediyor. Öğle oldu, Hatice yok. Gelmeyecek mi acaba. Öğrenemedi sanırım burada olduğumu. Tel örgüler çok sık değil. Özellikle görüşün yapıldığı yerde. Özellikle aralanmış sanki. Görüşçüsü gelenler bu aralıklardan tokalaşıyor, kucaklaşabiliyorlar.
Ziyarete gelen tutuklu yakınları; Nizamiye girişinde sıraya giriyorlar; önce temiz eşya kuyruğu, sonra para kuyruğu ve en son kitap kuyruğu. Hepsini aynı saradan alsalar olmaz sanki tam bir işkence. Ziyarete, anne, baba, eş ve çocukları alınabiliyor.
Öğle vaktini biraz geçe Hatice geldi. Kucaklaştık, hal hatır sorduk. Çok zayıflamış. O da beni zayıflamış buldu. Her gün aramışlar beni. İki gün önce öğrenmişler burada olduğumu. Oğlumu getirmemiş görüştürmezler diye. Temiz kıyafet getirmiş, biraz da para. Görüş akşam beşe kadar devam ediyor.
Saat dört gibi, haftaya Çarşamba görüşmek dileğiyle eşimle vedalaştık. Oğluma selam gönderdim, benim yerime öpmesini söyledim. Eşim ağlayarak, arkasına bakarak gitti. Görüşün en zor kısmı veda kısmı.
Malatya’dan, Ankara’ya yaptırmış eşim atamasını. Ev eşyalarını taşımışlar, akrabaların yardımıyla. ETLİK semtinde apartman girişinin iki kat altında bir eve taşınmışlar. Ev sahibi üst katta oturuyormuş. Bir banka da çalışıyormuş. Ev sahibinin üstünde; Milli Savunma Bakanlığından emekli bir çiftle tanışmış. Ertan teyze ile Kemal amca. Eşime yalnız olduğu için çok yardımcı oluyorlarmış. Akşamları eşim işten gelince yemeği yoktur diye, eşimi yemeğe alıyorlarmış. Oğlumu çok sevmişler. Kemal amca alkol alan birisiymiş. Sabah kahvaltısından sonra içmeye başlarmış. Akşamları bazen gittiklerinde kemal amcanın mezesi olan köftelerden oğluma ikram ederlermiş. Tahliye olduğum gün geçmiş olsuna geldiler. Kendileriyle o zaman tanışmıştım. Kemal amcayı kaybettik. Ertan teyzeyle hala görüşürüz. Ertan teyze İzmir Buca da yalnız yaşıyor. Kemal amca vefat edince Ankara’daki evini satıp oraya yerleşti.
Bu arada ramazan ayı geldi. Bizim komündeki savcı oruç tutmaya başladı. İlk gün akşam yemeğini bizimle yedi. Yemekten sonra komün toplandı, savcını komünden atılması kararlaştırıldı. Daha sonraki günlerde MHP’ lerle yemeye başladı.
Bir gün iki polis getirdiler. Tutuklanmışlar. Biri komiser Diğeri değil. Bir akşam Televizyon izlerken Komisere yakın bir yere, hemen arkasına oturdum. Komiserin adı: Ömer BÜLBÜL’DÜ. Kendi aralarında konuşuyorlar. Konuştuklarını dinlemeye çalıştım. Ne konuştuklarından öte adamın sesi hiç yabancı gelmiyor. Hafızamı zorladım. Birinci şubeye ilk getirildiğim günü canlandırdım. Evet, evet o.Beni ilk gün sorguya alan ses. Tüylerim diken oldu. Heyecanla yerimden kalktım, Erhan’ın yanına gidip tenha bir yere çağırdım. Ona anlattım. Tamam, panik yapma gergini yaparız dedi.
İkinci ziyaret günü, Tesadüf ya Ömer Bülbül, görüş esnasında yanıma oturdu. Eşime dedim ki; “Bak bu yanımda oturan şahıs, birinci şubede TKP masasına bakan komiser. Bana işkence yapan. Ömer Bülbül. Karşısında oturanlarda eşi ve kızıdır. Partiye söyle gereğini yapsınlar.”Bütün bu söylediklerimi duyması için yüksek sesle söyledim. Tabii eşi ve kızı da duydular. “Onların ne suçu varsa.”
Eşim bu gelişinde oğlumu da getirmiş. Ne kadar büyümüş, tombik olmuş. Kucaklaştık sıkıca sarıldık doyasıya öptüm, oğlumu. Bana yaptığı resimlerden hediye getirmiş. Numune hastanesinin anaokuluna başlamış. İki ay oldu görüşmeyeli. Bana ne zaman geleceksin baba, diyor. Ne zor bir soru allahım. Nasıl verilir bunun cevabı. Eşim oğluma askerlik yaptığımı söylemiş. Beni askerde zannediyor. Peki, ilerleyen zamanlarda, en fazla bir yıl sonra anlayacak asker olmadığımı. Ziyaretime geldiğinde görecek ve bilecek askerlik yapmadığımı. En azından üzerimde asker elbisesi görmeyecek. Sorgulamayacak mı? Çok karmaşık bir duygular içindeyim.
GAZETEVATAN.COM
ahlaksızlığı din temelinde yorumlarsanız
BATILI MEDENİYET SEVİYESİNİ ZOR GÖRÜRSÜNÜZ.
ASIL AHLAKSIZLIK TAKİYECİLİKTİR.
Radikal-çevrimiçi / Politika / Türban, kültürel liberalizm ve AKP
AKP NİN KÜLTÜREL LİBERALİZMİ ACABA BİR TAKİYE Mİ?
24 Ocak 2008 Perşembe
FIRTINALI YILLAR
:. |
Duvarların ardında, |
A BLOK ANILARI(1983 KIŞ)
Herkes birbirinin yüzünü görmeden muhabbet ediyordu. Hatta onbeş nolu hücredeki Amasyalı dört ya da beş nolu hücredeki biriyle satranç oynuyordu.
Sayımlar burada koğuşun içinde alınıyordu. Koridor nöbetçisi er, sayım ekibi gelmeden bizi sayım vaziyetine geçiriyordu. Arkamız koridora dönük bekliyorduk. Sonra gardiyan hücre kapılarını açardı. Sonra sayım ekibi askerler marşlar eşliğinde nara atarak bir gürültüyle gelirlerdi. Sonra çavuş dikkat komutuyla birlikte istiklal marşının herhangi bir kıtasını oku komutu verirdi. Hep bir ağızdan başlanırdı okunmaya. Ben hiç bilmiyorum, şimdiye kadar da başımıza böyle bir şeyin geleceğini düşünmediğimizden, ezberlememiştim. Okuma işi bittikten sonra çavuş yeni komutunu veriyordu. Geriye dön, iki adım ileri marş. İki adım gittikten sonra, tekrar geriye dön komutu verirdi. Sonra çavuş koğuş mevcudunu söyleyerek görüş için nöbetçi subaya arz ederdi. Çavuş sonra say komutu verirdi. Bir nolu hücredeki; bir, en son hücredeki de sondur komutan' im derdi. Çavuş yerlerinize marş komutuyla herkes hücrelerine girer, kapılar kapanır ve sayım biterdi.
Böylece iki yıl sürece hücre yaşantım başlamış oldu.
Birkaç gün seslerden, kimin kim olduğunu ve tecrit işleyişini öğrenerek geçti. En çok sesi çıkan on beş nolu tecrit deki
Amasyalı arkadaştı. Arada bana sesleniyordu, okuyacak kitap verebilirim diyordu. Kitapları nöbetçi er’lerle gönderiyorlardı. Her er değil tabii ki. Onlar öğrenmişler kime güveneceklerini. Her nöbetçi er’de konuşmuyordu zaten. Onlara kesin talimat veriyorlardı, Tutuklularla konuşmayacaksınız diye. Ancak bazı er’ler bizlere güvendiklerinden küçük kaçamaklar yapıyorlardı. Bu da bizleri mutlu ediyordu.
Bir gün Erhan’la beni aldılar tecritten, A blok’a götürdüler ” kafese” koydular. Burada bekliyoruz. Bizi getiren b blok görevlisi astsubay işlemlerimizi yaptırıyor sanırım. Çok sevimsiz biriydi. Tutululara karşı özel bir kini vardı sanki. Kafeste görevli erler neden geldiğimizi soruyorlar. Bilmiyoruz dedik. Ne iş yapıyorsunuz dediler. Astsubayız dedik. Astsubayın ne işi var burada dalga mı geçiyorsunuz, deyip copları rastgele vücudumuzun çeşitli yerlerine vuruyorlardı. Üstümüzdeki bütün kıyafetleri çıkarttılar. İç çamaşırlarımızla kaldık. Çıkarttığımız kıyafetleri kontrol ediyorlar, bir taraftan da çıplak vücudumuza cop’la vuruyorlardı. Bize uygulanan şiddeti gören, B blok görevlisi astsubay keyifle gülüyordu. Sonra kıyafetlerimizi giymemiz için geri verdiler, giyindikten sonra kafesten çıkardılar. Şimdi a blok görevlisi er’ler götürüyorlar, zemin kata kadar indik sanırım. Dehliz gibi bir yere geldik, birçok kapılar var. Kapılardan birini açtılar beni içeri soktular. Bir başka yere de Erhan’ı koydular. Karanlık bir yer, ışık falan yok. Kapı yüksekliğinden sonra, yaklaşık elli santim yukarda beş santim çapında bir havalandırma deliği var, oradan küçük bir ışık huzmesi süzülüyor. Yer beton ve üstüne oturulacak hiçbir şey yok. Oturup sırtımı duvara yasladım ve ayaklarımı uzatamıyorum, dizlerimi kırarak oturabiliyorum. İşte “TABUTLUK” dedikleri yer burası. İçerde bir tane hastanelerde hastaların kullandıkları ördeklerden var. Kolumdaki saatin kaç olduğunu bile görmüyorum karanlıktan. Yemek zamanlarını kapı açılınca anlıyorum. Zaten ekmek arası bir şeyler veriyorlar, sulu yemek yok. Galiba bir iki defa verdiler. Yemek kaplarını akşamları topluyorlar ve bu esnada ördeklerdeki atıkları da boşalttırıyorlar. Bizden önce buraya getirilmiş tutuklular birbirleriyle konuşuyorlar. Bu akşam Diyarbakırlı asker nöbetçiymiş. Tek, tek “tabutlukları dolaşıp kapılarını vuruyor sigaranız var mı diye soruyor. Ben yok dedim. İki adet sigara ile kibrit çöpü ve Eczası’nı yukarıdaki havalandırmadan attı. İki gün idare et dedi bana. Birini içtim ikincisini akşam ördekleri tuvalete boşaltmaya gidince yakalattım. On günümüz tabutluk ta böyle geçti. On birinci gün çarçabuk bizleri çıkardılar, sakal traşı olmamız için bir yere götürdüler. Her birimize birer permatik verdiler, uzamış ve sertleş sakalımı keserken yüzümün birkaç yerini de kestim. Kanı durdurmak imkânsız, durmadan akıyor. Sonra bizi tekrar B bloğa tecrite geri götürdüler. Kolordu komutanı A bloğu teftiş edecekmiş, o yüzden bizi apar topar çıkarmışlar. Belki daha ne kadar kalacaktık kim bilir?
Erhan tecrite geldikten sonra bana karşı saldırganlaşmaya başladı. Küçük görmeye ve aşağılamaya başlamıştı. Hatta bir gün dört adımlık tecritte volta atarken sinirlerimi bozdu, boğazına sarıldım. Tuhaf bir şekilde hiç karşı koymadı. Bilinçli yaptığına inanmaya başlamıştım. Bunun üzerine Blok amirliğine dilekçe yazdım, başka bir yere alınmam için. Bir iki gün hiç konuşmadık. Zaten bir hafta sonra da beni en sondaki tecride aldılar. Erhan’la yollarımız ayrılmıştı artık. Mahkemeye giderken bile yan yana gelmiyorduk ve birbirimizi görmemiş gibi yapıyorduk. En son tahliye olduğumuz gün gördüm, bir daha hiç görmedim, tam yirmi iki yıl oldu, nerelerdedir ne yapıyordur kim bilir?
Bu tecritte ben yaşça büyük biri kalıyordu. Ahmet UĞURLU. Sağlık nedenleriyle sayımlarda tecridin içinde sayılıyordu. Yani doktor raporu vardı. Yoksa yaşına, hasta olduğuna bakmazlardı.
TECRİT’TE YALNIZ GEÇEN GÜNLERİM
“Türk TV tüpünün babası öldü
Türkiye'de ilk televizyon tüpünü üreten Uğurgül Fabrikaları'nın kurucusu Ahmet Uğurlu (72) geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da vefat etti. Ahmet Uğurlunun cenazesi, bugün Ataköy 5'inci Kısım Camii'nde kılınacak öğle namazının ardından Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile kabristanına defnedilecek. 1995-1998 yılları arasında Kanal 6 Televizyonu'nda Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Hasan Basri Uğurlunun babası olan Ahmet Uğurlu, Türkiye'ye ilkleri getiren sanayiciler arasındaydı. Kırşehir doğumlu Uğurlu, televizyon, televizyon tüpü, elektrik sayacı ve çelik döküm imalatını yapan Uğurgül'ü kurmuştu.
http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/04/26/117533.asp”
Ahmet UĞURLU’NUN başka bir tecritte ortağı Ali Bey vardı. Şirket yöneticisi olarak birlikte tutuklanmışlar. Tutuklanma hikâyelerini Ahmet UĞURLU’NUN kendinden dinleyelim.
“Televizyon tüpü üretimi için gerekli hammaddeyi İtalya’dan ithal ediyorduk. Bu malzemelerin bir kısmı defolu mallar idi, bunlar gümrük antreposun kalması gerekiyordu. Bizim bilgimiz dışında Şirket görevlisi sağlam malzeme gibi, gümrük antreposundan çekip fabrikada tüp imalatında kullanmışlar. Rakip firmalarda bunu öğrenip kaçakçılık şubesine ihbar etmişler ve ortağımla birlikte tutuklandık.”
Ahmet Bey yatağının üstünde oturarak beş vakit namazını kılan biriydi. Bir oğlu varmış, Amerika’da insan mühendisliği konusunda eğitim almış. Şimdi kendi şirketinde müdür olarak çalışıyormuş. Her hafta Çarşamba günleri uçakla İstanbul’dan ziyaretine gelip aynı gün geri dönüyormuş. Aynı şekilde Ali beyin ziyaretçileri de.
Ahmet Bey bayram günleri tüm koğuşa baklava siparişi verirdi. O yüzden koğuşta çok popülerdi. Hatta bir defasında koğuşa televizyon alınması için blok amiriyle görüşmüştü. Ama kabul edilmemişti, üstelik böyle bir istek kabul edilse bile tecritteki insanlar tarafından seyredilmesi olanaksızdı.
Bir gün tecrite Fahrettin ASLAN’I getirdiler, babalar koğuşundan. Bu koğuş sarımsak kokuyor beni başka bir yere alın diye talepte bulunmuş onun için getirmişler. Behçet Cantürkün tecrit’ine koydular. Behçet’i yine şubeye almışlardı, tecrit'i boştu. Behçet sık gidiyordu emniyete. Ya sorgusunda eksiklikler buluyorlardı ya da yeni kanıtlar çıkıyordu Behçet’in ifadesine başvuruyorlardı. Çok zeki ve dürüst biriydi. Fahrettin ASLANI hiç sevmezdi korkak diye.
AHMET beyin tecrit’ine gelince sayımlarda en son kişi ben olduğum için, sondur Komutanım demem lazım, çavuşa komutanım demeyi gurur yaptığımdan demiyordum. Çavuş aslında iyi birisiydi, baştan tekrar saydırdı. Ben tekrar sondur komutanım demediğim için, Nöbetçi subayla konuştular sanırım, benden bir öncekiyle, benim yerimi değiştirdiler. Baştan tekrar saydırdılar, benden sonraki sondur komutanım dedi ve üç defa saydırıldıktan sonra, sayım da bitti. Bundan sonraki sayımlarda ben, benden öncekiyle hep yer değiştirdim. Nöbetçi subayları da buna alıştı, ses çıkarmadılar.
1982 kışının çok sert geçtiğini söylemiştim; eşimle görüşmemizde canının çok sıkkın olduğunu fark ettim. Nedenini sordum, beni üzmemek için önce söylemek istemedi. Ben ısrar edince söylemek zorunda kaldı; parasızlıktan odun kömür alamamış. Bir görüşme sadece bunu öğrenmek için geçti, başka hiçbir şey konuşamadan. Tecrite döndüğümde moralim bozuktu, öyle sessizce oturuyordum Ahmet bey anladı tabi, moral vermek istedi. Bak dedi,” ben hasta ve bir sürü para kaybetmişken senin kadar üzülmüyorum. Sıkma canını bunlar da geçer dedi.” Bilse benim derdim başka. Aklıma Şarkışla da ki arkadaşım Mehmet DİKİLİTAŞ geldi. Mektup yazdım ve ondan para istedim. Mektubu da bir şekilde birileriyle postalattım. Eşimle bir ay sonraki görüşmemizde bana ,”Mehmet bana odun-kömür almam için para gönderdi,” dedi. “Bende geri gönderdim dedi.” Gurur meselesi yapmış. Oysa çok yakın arkadaştık. Onlara bile zor durumda olduğunu fark ettirmiyordu. Eşime bundan böyle ayda bir ziyaretime gel dedim. Hem kış çok sertti hem de masraf azalsın istedim. Eşim de olumlu karşıladı. Ahmet Bey yardımcı oluyordu, sadece sigaraya para veriyordum. İki ay Ahmet beyle aynı tecridi paylaştık. Sonra beni onsekiz yirmi kişilik küçük bir koğuşa aldılar. Bizim astsubay koğuşu olarak kaldığımız yere çok yakın. Burada sol ve sağ tutuklu sayısı birbirine çok yakın. Sol grubun içinde TKP' li bir ben vardım. Diğerleri DEV-YOL gurubundandı. Dört ya da beş kişilerdi. İçlerinde benden de yaşlı öğretmen bir arkadaş vardı. Onunla süreç içinde daha yakın olduk birbirimize. Diğerleri birbiriyle bile geçinemezlerdi. Nasıl insanlardı anlamıyorum, sanki mahkemede birbirlerine karşı doldurulup geliyorlardı. Önceleri karışmıyordum. Baktım olacak gibi değil, beş kişilik komünü ikiye ayırıyorlardı. Ortaklaşa alınan malzemeleri sen çok yedin, o çok yedi gibi düşüncelerle birbirlerini suçlayıp hemen gruptan ayrılıyorlardı. Bende sorunu didikleyip önce bunları ayırıp sonra birleştiriyordum. Bunu iki defa yaptım. İşlerinde yaşça büyük olan öğretmen anladı. Bana dedi ki sen bunu bilinçli yapıyorsun, evet dedim. Neden dedi? Kaç defadır ufacık sorunlarla birbirlerini kırıyorlar ve ayrılıyorlar, bende onlar ayrılmadan bunu yapıyorum ki düşünsünler bir daha yapmasınlar ve sorunlarını konuşarak çözümlesinler istedim. Zaten bundan sonra ayrılmadan önce bana geliyorlar, Konuşuyoruz ve sorunları çözüyorduk. Komün başkanı öğretmen arkadaştı ama gölge başkan bendim. İlk defa böl, parçala, birleştir, yönet formülünü burada uyguladım ve başarılı da oldum.
Öğretmen arkadaşla çok samimi olduk, birlikte İngilizce çalışıyorduk, ikimizin günlük bir paket sigara hakkımız vardı, onar adet bölüşürdük. Bir sigaranın yarısını ben, yarısını o içerdi.
Bizim koğuşun penceresi havalandırmaya bakıyordu. Diğer koğuşlar havaya çıktıklarında, bizim koğuşta tanıdıkları olan varsa konuşmaya çalışıyordu. Görevli askerler engellemeye çalışırlardı ama yinede bu girişimde bulunuyorlardı. Blok amirine şikâyet etmiş askerler. Bunun üzerine koğuş penceresini dışarıdan düz bir levhayı, pencere demirlerine kaynak yaparak kapattılar. Ne ışık alabiliyoruz nede oksijen. Karar aldık, sayımdan önce herkes sigara içecek. Ufacık yer zaten, göz gözü görmüyor, duman altı olduk. Sayım sırası bize geldi, çavuş kapıyı açtı, açmasıyla ürkerek kendini geri çekti, yangın çıktı zannetmiş. Koğuş sorumlusu, pencerenin kapatıldığını, yemekten sonra da sigara içilince böyle oluyor dedi. Sayımdan sonra kaynak makinesiyle perçinli yerleri kopartarak, levhayı kaldırdılar. Sigara eylemi başarılı olmuştu.
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / Darbeci Ergenekon
DERİNLERE DAHA DERİNLERE İNELİM,
KALMASIN DİPLERDE TOPLUMU ÇÜRÜTECEK
FOSİL KALINTILARI.
Radikal-çevrimiçi / Yaşam / İlahi temizlik günleri
BU KÖTÜ HUKUK,AZGIN MİLLİYETÇİLİĞİ,
GERİ DEVLETÇİLİĞİ TEMİZLEMEK İSTİYORSA SONUNA
KADAR DESTEKLEYELİM
23 Ocak 2008 Çarşamba
'Doğu'da devlet yok, Apocular örgütleniyor' / Güncel / Milliyet Gazete
İŞTE SİZE BİR ÜLKEYİ KARANLIĞA İTEN DÜŞÜNCE VE PRATİKLERİ.
SORSANIZ NEDEN YAPTINIZ? ÜLKEYİ ÇOK SEVİYORDUK, YANITINI ALIRSINIZ.
DARBECİLERLE BİRLİKTE BUNLAR DA YARGILANMALI.
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / Bir Türk büyüğü fikir üretince
SUÇ O TÜRK BÜYÜĞÜNDE DEĞİL, ONUN FİKİRLERİ ÖNEMLİYMİŞ GİBİ ONDAN FİKİR AÇIKLAMASI İSTEYENDE
22 Ocak 2008 Salı
Radikal-çevrimiçi / Yorum / Başörtüsü, İslam, laiklik
TÜRBAN(BAŞÖRTÜSÜ) "İNANACIMDAN DOLAYI" DİYENLERİN
BİNBEŞYÜZ YILDIR GELİŞTİREMEDİKLERİ(TEKAMÜL) YÖNLERİDİR
21 Ocak 2008 Pazartesi
GOOGLE GRUP ve E-POSTA ADRESİ
yenlkcler@googlegroups.com
20 Ocak 2008 Pazar
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / Derin toplum
HAKLISIN HOCAM; BU GERİ DİNİN ÜZERİNE İNŞA EDİLMİŞ, GERİ MİLLİYETÇİLİKTEN;
ANCAK DERİN TOPLUM OLUŞUR.
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / 'Kanın sesi ancak adaletle susar'
ADALET'TEN FAYDALANMAK İÇİN;TÜRK MİLLİYETÇİSİ,YADA FAŞİST OLMAK LAZIM SAYIN RAKEL
19 Ocak 2008 Cumartesi
Check out my Facebook profile
|
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / Hrant Dink'i öldürdük
KARA GÜNÜN KARA CELLATLARI İŞ BAŞINDA,
MESAİLERİ DEVAM EDİYOR.
18 Ocak 2008 Cuma
YAŞANAN BAZI OLAYLAR İNSANIN İRADESİ DIŞINDA GELİŞİYOR
Gece uykusu kaçanlar, ya da gözlerden uzak birbirlerine anlatacakları olanlar bu saatleri seçiyorlar.
Savcı asteğmenin, savcı olduğuna inananlar: Kendi olaylarını savcıya anlatıyorlar, savcı da onlara savunma yazıveri-yor. Böylece savcı herkesin hikâyesini öğrenmiş oluyor.
Bizim komünde, yemek yapımı ve tedariki konusunda yetenekli bir astsubay arkadaş vardı. Ya yemek yapmaktan zevk alıyordu, ya da zaman geçirmek için çabalıyordu. Yatağının dört tarafını çarşafla kapatmıştı. İçine de elektrik çekmişti. Gece yatağında ya kitap okurdu, ya da ampul’e bakardı. Burada bir “ampul” deyimi var, bunu biraz açmam lazım. Birinin morali bozuk, Canı sıkkın ise, yatağına yatıp ampul’e bakardı. “Ampul” olmuş deyimi böylece koğuşta yer etmişti.
Bu astsubay arkadaş; evli ve iki erkek çocuk sahibiydi. Tutuklanmadan önce biraz çapkınmış. Bir gece dostuyla gece kulübünde eğleniyorlarmış, alkolü fazla kaçırmışlar, bayan arkadaşı başka masadaki erkeklerle ilgilenmeye başlamış. Bizim astsubay arkadaş ikaz etmiş, ama nafile dinletememiş. Bunun üzerine silahını çıkarmış korkutmak amacıyla, tekrar ikaz etmiş. Bayan arkadaşının ilgisini yine kendine çekememiş, bunu üzerine silahını ateşlemiş ve kadın ölmüş. Şimdi bu astsubay arkadaş cinayetten yargılanıyor.
Ziyaret günlerinde eşiyle tartışmalarına çok tanık oldum. Çocukların çok seviyordu, kucağından indirmezdi. O yüzden ziyaret sonrasında yatağına çekilir, ağlar ve ampul olurdu. Bizde bunu bildiğimizden yalnız bırakmaz, meşgul ederdik.
Eşi bir sekreterlik işi bulmuş. Önceleri her hafta ziyarete gelirdi, sonra onbeş günde, daha sonra da ayda bir gelmeye başladı. Ve ikinci bir darbe daha aldı astsubay arkadaş, eşiyle boşandılar. Çünkü on iki yıl ceza almıştı. İlk günlerde bizim ilgilenmemizle iyi gidiyordu, sonra şoka girdi. Ne yemek yapıyor, ne havaya çıkıyor, ne insanlarla konuşuyordu. Yani tam “ampul” olmak üzereydi. Bir gün ilgilenmek için yanına gittim, nefesi kolonya kokuyordu. Çok şaşırdım ne yapacağımı bilemedim. Biraz politik bir yanı olsa kolaydı. Sonra çocuklarını düşünmesini, babası olarak onlara karşı sorumluluğu olduğunu, onlar için ayakta kalması gerektiğini anlattım. Ama ancak bir gün idare ediyordu.
Bu arkadaş, cinayetten yargılandı, ancak politik davadan yargılanan birçok insanlarında, tutukluluk döneminde evlilikleri bitti.
Komiser Ömer Bülbül ve arkadaşı da buradalar. Nedense kötülerle hep tuvalet yolunda karşılaşıyoruz. Yine gecenin ilerleyen saatlerinde tuvaletten dönüyordum: Ömer’in arkadaşı geldi. Girmedim koğuşa, sigaramı çıkardım tam yakacaktım, hemen atıldı “yakayım ağabey” dedi. Yak, bende sizleri yakacağım dedim. Hemen uzaklaştı, benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Koğuşa giriş çıkışlarda, kalabalık arasında; omuz atıp rahatsız ediyorduk. O yüzden bizi gördüklerinde durup kenara çekiliyorlardı. Birkaç gün sonra da üç polisi Ankara kapalı cezaevine götürdüler.
Bu arada A ve B bloklarda açlık grevleri başlamıştı. Tutuklulara tek tip kıyafet giydirme zorunluluğu getirilmişti. Sağ görüşlüler ve adli tutuklu denilen; yani politik olmayan(kaçakçı, cinayetten, hırsızlıktan gelenler) teklifi hemen kabul ettiklerinden yönetim, sol görüşlülere şiddet ve işkence uygulayarak, tek tip kıyafetleri zorla giydirmek istiyordu. Onlarda açlık grevine başlamışlardı. Bizim durumumuz subay koğuşunda kaldığımız için farklıydı, aslında zor durumdaydık. Ancak konumumuzu muhafaza etmek için kıyafetleri giydik. Ne de olsa önümüzde daha uzun cezaevi günleri vardı. Tek tip kıyafetle birlikte kısa saç, yani asker traşı zorunluluğu da getirilmişti. Kıyafet giymeyi kabul eden saçını kestirmeyi neden kabul etmesin, saçlarımız da kestirdik.
Saçlarımız kesildikten sonra eşimle görüşmemizde, eşim şok olmuştu. Neden diye sordu, genel politika deyip geçiştirdim. Dikkatli olmamız gerekiyordu, baskılar iyice artmıştı. Bu arada mahkememizde başlamıştı. TKP davasına Ankara 2 numaralı sıkıyönetim mahkemesi görevlendirilmişti. Savcı iddianameyi hazırlayan havacı Binbaşı; Atilla Tülay’dı. Mahkeme başkanı da hâkim Halis BAŞAL’dı. Dava süreci içinde diğer hâkimler birkaç defa değişti. Değişmeyenler; Halis BAŞAL ile üye hâkim İsmet KÜRÜMOĞLU. Diğer üyeler ise; Hâkim Ön Yzb. Orhan KÖPRÜ ve Hâkim üye Kd. Yzb. Durmuş GÖKDERE. Dava sonucunda hakkımdaki suçlamalarla ilgili hükümde imzası olanlar saydığım isimler.
İddianamede hakkımda istenen ceza maddeleri ise şöyleydi: T.C.K. 141.5.132.2, 1402 sayılı sıkıyönetim kanunun 17/1,T.C.K.173/3, 1402 S.K.22.T.C.K.158.2.31.71.74.76. maddeleri.
İlk mahkeme günü çok heyecanlandım. Hayatımda ilk defa yargılanıyordum. Mahkeme salonu; yaklaşık bin kişilik iki katlı kapalı bir spor salonu idi. Salonun tam ortasına mahkeme heyetinin kürsüsünü kurmuşlar. Mahkeme heyeti beş kişiden oluşuyordu. Bir savcı, dört hâkim. Kürsünün en sağında savcı, yanında hâkim üye, ortada başkan ve onun yanında hâkim üye. Kürsünün sol alt yanına da avukatlar için yer ayırmışlar. Ancak avukat sayısı ayrılan yerden çok fazla olduğu için bazıları duruşmayı ayakta takip ettiler.
İlk duruşma günü kimlik yoklaması yaptılar. Ziyaretçilere ayrılan üst kat tamamen doluydu. Duruşmaya tutukluların birinci derecedeki yakınları alınıyordu. Herkes arkaya dönüp üst katta yakınlarını arıyordu. O kadar kalabalıktı ki; ziyaretçin seni görmediği sürece bulmak imkânsızdı. Ziyaretçin eğer oradaysa sen dönüp baktığında o; elini kaldırırsa bulabiliyorduk. İki yüz kişinin kimlik yoklaması ilk gün bitmedi. Bir hafta sonra duruşmaya devam edilmek üzere oturum kapatıldı.
Hayrünisa Gül, Washington Post'a haber oldu ! / Türkiye / Milliyet İnternet
YEREL KURALLAR,GLOBAL KURALLARLA ÇELİŞİRSE, OLAN GARSONA OLUR...
Kan bayrağı, bayrak kanı / Yazarlar / Milliyet Gazete
KÜÇÜKTEN BÜYÜĞE, HERKES KENDİ KUTSAL SİMGESİNE SAHİP ÇIKIYOR:
ANNELERİ TÜRBANLARINA ÇOCUKLARI BAYRAKLARINA.ÇOCUKLARI İÇİN ÖVÜNÜN,
ANNELERİ İÇİN DÖVÜNÜN, BU ÜLKENİN SAYIN SAHİPLERİ.
Radikal-çevrimiçi / Yorum / Kandan bayrak
İLAHİ GÜCÜN BUYRUKLARI; KULLARINA SAĞLIKLI İRADİ KARARLAR ALDIRMAZ.
İLAHİ GÜÇ, KULLARINDAN İNTİKAM ALMALARINI İSTİYORSA,KULLARI DA KAN AKITARAK TAPINIYORLAR..
17 Ocak 2008 Perşembe
Radikal-çevrimiçi / Türkiye / Nâzım için umut değil, teselli verdi
HEY GİDİ SOYSAL DEMOKRAT BAKANIM HEY...
başbakan ayağına kurşun mu sıkıyor yoksa at'tan tekrar düşmek mi istiyor
culsever@hurriyet.com.tr
Başbakan kendi ayağına kurşun sıkıyor
BAŞBAKAN sık sık işin ucu nereye gidecek diye hesap etmeden konuşuyor. Sonra da iş ya Akif Beki’ye, ya da medyadaki "hık!" deyicilerine düşüyor. (Örnek: Nazlı Ilıcak-Sabah-16.01.08)
Başbakan, "Velev ki siyasal simge olsun ne çıkar. Türkiye’de, üniversitelerde, siyasal simge yasak mı?" yani mealen "Türban siyasi sembol olsa dahi serbest kalmalıdır!" diyerek türbanın siyasal sembol olarak kullanılması ihtimalinin varlığını kabul etmiştir. Kaldı ki, çok küçük oranlarla olsa dahi çeşitli araştırmalarda türbanı bir siyasi sembol olarak taktıklarını beyan eden vatandaşlar vardır.
Başbakan bu sözleri ile kendi görüşünü çürüterek ayağına kurşun sıktığı gibi benim gibi "türbanla üniversitede okuma özgürlüğünü" savunanların da elini kolunu bağlamıştır.
Şöyle ki:
* * *
1) Bazı yazarlar "Türban siyasi sembol olarak kullanılsa dahi ne fark eder?" diyerek Başbakan’a sahip çıkıyorlar. Doğrudur, siyasi sembollerin üniversitelerde kullanılmasına kanunen hiçbir engel olamaz. İsteyen istediği partinin rozetini takabilir, hatta komik kaçmasına aldırmazsa, türban özgürleşince, inat olsun diye kalpakla da okula gelebilir.
Ama, dini inanç gereği takılan türban siyasal simge olarak kullanılamaz.
Zira Anayasa’nın 24. maddesi:
"Kimse....dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" diyor.
Din gereği takılan türbanın siyasal sembol olarak da kullanılması bir "istismar"dır ve Anayasa’ya göre böyle davranmak suçtur.
Başbakan kurşunu ayağına işte burada sıkmıştır.
Daha evvel "Anayasa’ya üniversitede kılık kıyafet serbesttir" diye bir ibare koyacağız diyordu. Şimdi yeni Anayasa’ya "İsteyen dini veya dince kutsal sayılan şeyleri istismar edebilir" mealli bir madde de koymak gerekecek!
Bakalım, Ergun Özbudun Hoca bu işi nasıl becerecek?
* * *
2) Doğrudur, Anayasa değişince yeni bir durum ortaya çıkacak. AİHM’nin "Leyla Şahin Kararı" Türkiye’de türban hiçbir şart altında serbest kalamaz demiyor. Ama karar türbanın "siyasi simge" olarak kabul edilmesini ve dolayısıyla "tehdit algılaması" çerçevesinde yasaklanmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile bir çelişki oluşturmadığını söylüyor.
Anayasa değişse dahi, türban takmayan bir kişinin türbanın yasaklanması için yeniden AİHM’ye gitmesi, AİHM’nin yeni bir karar alırken "Leyla Şahin Kararı"nı bir içtihat olarak kabul etme ihtimali her an mevcuttur.
Şimdi Başbakan’ın sözleri "Leyla Şahin Kararı"nın içtihat haline gelme ihtimalini artırmıştır.
Türban Anayasa’da "kılık kıyafet özgürlüğü" ile koruma altına alınsa da türban takmayan bir kişi tekrar yasaklanması için AİHM’ye gittiğinde "Başbakan da türbanın siyasi sembol olarak kullanılma ihtimalini, uzun yıllar tersini söyledikten sonra, nihayet kabul etmiştir" diyerek hem mevcut AİHM kararının içtihat haline gelmesi olasılığını güçlendirir, hem de Başbakan’ın bile sonunda "durumu kabullendiği"ni iddia edebilir.
* * *
3) Özgürlüklerin önünü tamamen açmak için yeni Anayasa’ya ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Ama yönetişimden zerre kadar anlamayan bazı AKP’liler tabana hoş gözükmek için özgürlükler = türban özgürlüğü sığlığına zaten çoktan düşmüşlerdi.
Şimdi Başbakan bu sığlığı perçinlemiş oluyor. Artık yeni Anayasa’nın adını "türban yasası" olmaktan kurtarmak iyice zorlaşmıştır.
16 Ocak 2008 Çarşamba
12 EYLÜL'ÜN KARARTTIĞI HAYATLARA DAİR ÖRNEKLER
Bana moral veriyordu. Babacan ve sevecen tavrıyla. Yüz ifademle ve tavırlarımla öğütlerini önemsediğimi fark ettir-dim. Şimdi gelelim bu yaşlı kurt’un burada ne iş aradığına. Bana anlattığı, kendi ifadeleriyle aktarıyorum.
“ Bir akşam Amerikan Büyük Elçiliğinin verdiği kabul törenine davet edilmiş. Davete icap etmiş. Davette biraz alkolün etkisiyle, Askeri yönetimin ve Kenan EVREN’İN aleyhinde konuşmuş. Kuşlarda(!) bu konuşmaları konseye iletmiş ve tutuklanmış.”
Birkaç gün sonra mahkemesi olduğunu kuvvetle muhtemel tahliye olacağını, Londra da önemli bir işi olduğunu, oraya gideceğini söylüyordu. Bu konuşmaları yaptıktan sonra yanımdan ayrıldı, odasına gitti. Bende koğuşa giderken baktım, sırtını dayamış televizyon seyrediyor. Sabah fark ediyorlar; oturduğu yerde can veriyor. Zannediyorlar ki televizyon seyrederken uyumuş kalmış. Çok kötü oldum. Daha akşam konuşmuştuk. Koğuşumuzdaki doğal ilk ölüm buydu.
İkincisine gelince: Harp Okulu dördüncü sınıf örgencisi dört teğmeni, sol örgütlenme suçlamasıyla getirtmişlerdi. İçlerinden biri tutuklanmasını guru meselesi yapmış sanırım, daha iddianameleri bile hazırlanmamıştı. Bir gece nasıl yaptıysa, ranzanın ikinci katından, çarşafla kendini asmış. Bu olaydan sonra aradan bir ay geçmişti, teğmenler mahkemeye çıktılar ve hepsi tahliye oldu. İşte umutsuzluğa kapılmış gençliğinin baharında bir teğmen ile Strese ve kalbine yenik düşmüş yetmişlik bir demokrat. Suçlu kim? Suçlu MARMARİS de sefa sürüyor.
Bu olaydan birkaç gün sonra; bir gece tuvaletim geldi, tuvalete gittim. Gece saat iki civarıydı. Tuvalet dönüşünde baktım bizim Yener’le, Savcı asteğmen kafa kafaya vermiş konuşuyorlar. Şeytan dürttü işte; uyku sersemliğiyle ikisine dedim ki:”Birbirinize anlatacak çok şeyleriniz var biliyorum, ama üstlerinize söyleyin sizlerden daha yeteneklilerini göndersinler.” Yürüdüm yatmaya gittim. Artık onlar düşünsünler şimdi.
Gece uykusu kaçanlar, ya da gözlerden uzak birbirlerine anlatacakları olanlar bu saatleri seçiyorlar.
Savcı asteğmenin, savcı olduğuna inananlar: Kendi olaylarını savcıya anlatıyorlar, savcı da onlara savunma yazıveri-yor. Böylece savcı herkesin hikâyesini öğrenmiş oluyor.
Bizim komünde, yemek yapımı ve tedariki konusunda yetenekli bir astsubay arkadaş vardı. Ya yemek yapmaktan zevk alıyordu, ya da zaman geçirmek için çabalıyordu. Yatağının dört tarafını çarşafla kapatmıştı. İçine de elektrik çekmişti. Gece yatağında ya kitap okurdu, ya da ampul’e bakardı. Burada bir “ampul” deyimi var, bunu biraz açmam lazım. Birinin morali bozuk, Canı sıkkın ise, yatağına yatıp ampul’e bakardı. “Ampul” olmuş deyimi böylece koğuşta yer etmişti.
Bu astsubay arkadaş; evli ve iki erkek çocuk sahibiydi. Tutuklanmadan önce biraz çapkınmış. Bir gece dostuyla gece kulübünde eğleniyorlarmış, alkolü fazla kaçırmışlar, bayan arkadaşı başka masadaki erkeklerle ilgilenmeye başlamış. Bizim astsubay arkadaş ikaz etmiş, ama nafile dinletememiş. Bunun üzerine silahını çıkarmış korkutmak amacıyla, tekrar ikaz etmiş. Bayan arkadaşının ilgisini yine kendine çekememiş, bunu üzerine silahını ateşlemiş ve kadın ölmüş. Şimdi bu astsubay arkadaş cinayetten yargılanıyor.
Ziyaret günlerinde eşiyle tartışmalarına çok tanık oldum. Çocukların çok seviyordu, kucağından indirmezdi. O yüzden ziyaret sonrasında yatağına çekilir, ağlar ve ampul olurdu. Bizde bunu bildiğimizden yalnız bırakmaz, meşgul ederdik.
Eşi bir sekreterlik işi bulmuş. Önceleri her hafta ziyarete gelirdi, sonra onbeş günde, daha sonra da ayda bir gelmeye başladı. Ve ikinci bir darbe daha aldı astsubay arkadaş, eşiyle boşandılar. Çünkü on iki yıl ceza almıştı. İlk günlerde bizim ilgilenmemizle iyi gidiyordu, sonra şoka girdi. Ne yemek yapıyor, ne havaya çıkıyor, ne insanlarla konuşuyordu. Yani tam “ampul” olmak üzereydi. Bir gün ilgilenmek için yanına gittim, nefesi kolonya kokuyordu. Çok şaşırdım ne yapacağımı bilemedim. Biraz politik bir yanı olsa kolaydı. Sonra çocuklarını düşünmesini, babası olarak onlara karşı sorumluluğu olduğunu, onlar için ayakta kalması gerektiğini anlattım. Ama ancak bir gün idare ediyordu.
Bu arkadaş, cinayetten yargılandı, ancak politik davadan yargılanan birçok insanlarında, tutukluluk döneminde evlilikleri bitti.
Komiser Ömer Bülbül ve arkadaşı da buradalar. Nedense kötülerle hep tuvalet yolunda karşılaşıyoruz. Yine gecenin ilerleyen saatlerinde tuvaletten dönüyordum: Ömer’in arkadaşı geldi. Girmedim koğuşa, sigaramı çıkardım tam yakacaktım, hemen atıldı “yakayım ağabey” dedi. Yak, bende sizleri yakacağım dedim. Hemen uzaklaştı, benden böyle bir tepki beklemiyordu sanırım. Koğuşa giriş çıkışlarda, kalabalık arasında; omuz atıp rahatsız ediyorduk. O yüzden bizi gördüklerinde durup kenara çekiliyorlardı. Birkaç gün sonra da üç polisi Ankara kapalı cezaevine götürdüler.
Dünyanın en tehlikeli yolları / Yaşam Fotoğrafları, Resimleri / Fotogaleri / Milliyet Internet- Google Araç Çubuğu kullanılarak gönderildi
|