31 Mayıs 2008 Cumartesi

Hürriyet Video Galeri : İmamdan inanılmaz sözler

Hürriyet Video Galeri : İmamdan inanılmaz sözler
SORU: BREZİLYADA HELİKOPTERE OK ATAN İNSANLAR İLE BU İMAM ARASINDAKİ FARK NEDİR?
Hürriyet Video'larını izlemet için Flash 7 veya daha yüksek eklenti yüklenmeniz gerekmektedir. Yüklemek için tıklayınız!!!

Milliyet - Ankara’da 3K krizi: Kızılırmak, kene, kerhane / Güncel / Milliyet İnternet

Milliyet - Ankara’da 3K krizi: Kızılırmak, kene, kerhane / Güncel / Milliyet İnternet
Ankara’da 3K krizi: Kızılırmak, kene, kerhane


Can Dündar


Bugün “Başköy”ümüzden haberler vereceğim size... “Telekulak skandalı”nın gürültüsünden ve İstanbul’u ilgilendirmediğinden konu fazla medyaya yansımıyor ama dünyanın başka bir başkentinde olsa yeri yerinden oynatacak hadiseler yaşanıyor Ankara’da...
* * *
Bunlardan ilki, Başköylülerin kobay olarak kullanılması...
Muhtar, susuzluğa çare olarak Kızılırmak suyunu köye taşımaya karar vermişti. Ancak DSİ raporlarına göre bu suda “zararlı olabilecek seviyede ağır metal kirliliği var”dı.
Muhtar “Suyu getiriyorum” dese herkes ayağa kalkacak, sudan kuşkulanacak, çoluk çocuğunu korumaya alacaktı.
O da düşündü; “Suyu getireyim, ama ahaliye haber vermeyeyim” dedi.
Öyle de yaptı.
Suyu verdi çeşmeden; pusuya yatıp “İshal vakaları patladı” haberlerini bekledi. Hastanelere sordu; emin oldu.
Sonra basın toplantısı yapıp suyu afiyetle içerken dedi ki:
“Değerli Ankaralılar, ben o korktuğunuz suyu 3 hafta önce getirdim. 3 hafta boyunca size çaktırmadan içirdim. Söylesem bu sivil toplum kuruluşları, odalar filan başıma ekşiyecekti. Özür dilerim.”
Tarihe geçecek bir denemeydi.
Atom bombasından bu yana, hiçbir Allah’ın kulu, icadını bütün bir kent halkı üzerinde test etme cüretinde bulunmamıştı.
Hiroşimalılardan farklı olarak Ankaralılar muhtara rağmen hayattalar...

Kene de denedi
Tabii şimdilik...
Çünkü suya dayandılarsa da keneden kaçamayabilirler.
Geçen hafta Esenboğa Havaalanı’nın VIP salonunda, yani Türkiye’nin en mühim şahsiyetlerinin ağırlandığı yerde bir gazeteciyi kene ısırdı.
Kene, “Isırıp denedim; bakalım başınıza bir iş gelecek mi?” gibi bir açıklama yapmadı, ama Doğa ve Çevre Derneği, “Biz demedik mi!” diye ayağa kalktı. 8 ay önce Sabah Ankara’ya demişlerdi ki:
“Kuşların barındığı kavakları polen bahanesiyle kestik. Polatlı’da 13 sazlığı kuruttuk. Yanlış ilaçlamayla kuşları zehirledik. Aşırı avcılıkla kuş sayısını azalttık. Zararlı böcekleri yiyen kuşlar gidince kene vakaları artar.”
Söyledikleri çıkınca Dernek Başkanı Nevzat Ceylan, “Asıl felaket bu yaz geliyor” dedi:
“Bu yaz sinekler ve fareler büyük oranda artacak. Keneye bağlı toplu ölümler yaşanabilir.”

Kerhane referandumu
Belalar birbirini kovalarken Başköy’ü asıl sarsan gelişmeyi de duyurayım:
Muhtar, tarihi genelevin yıkılacağını açıkladı. Hem de pazartesi günü...
Peki nereye taşınacak?
Nerenin adını verirse oranın ayağa kalkacağını bildiğinden o konuya girmedi; “Valilik karar verecek” dedi.
Vali de Ankara Hürriyet’e:
“Yeni yer belirlenmeden yıkım yapılamaz” dedi.
Muhtar, genelevin taşınacağı yerde halk oylaması yapılmasını istiyor.
Saptanan yerde yapılacak “Kerhane oylaması”nda “Hayır” çıkarsa ve mevcut genelev de yıkılıp müşteriler sokaklara taşarsa siz asıl o zaman görün Başköy’ün başına geleceği...
* * *
Ankaralılar hayatlarıyla oynayanlar hakkında toplu dava açmayacaklarsa bari istikballeri için neler planlandığını öğrenmek için köy muhtarlığına bir “ortam dinleme” cihazı yerleştirsinler.
Yakalanırlarsa özür dilerler; olur biter.

29 Mayıs 2008 Perşembe

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Midas’ın kulakları
Ankara yakınlarında kurulmuş olan Frigya’nın en ünlü iki kralından biri olan Midas, mitolojiye göre bir gün tanrılar arasında yapılan bir müzik yarışmasına hakem olarak çağırılır.
Kır Tanrısı Pan kavalıyla güzel şarkılar çalar ama Apollon gümüşten liriyle tanrılara yaraşan melodilere ses verir.
Diğer hakemler Apollon’u birinci seçerken Midas oyunu Pan’dan yana kullanır.
Ve Apollon’u çok kızdırır.
Tanrı Apollon, “güzel müzikten anlamayan birine eşek kulağı yakışır” deyip Midas’ın kulaklarını eşek kulaklarına çevirir.
Çok utanır Midas.
Gerçeği halkından saklayabilmek için uzun bir külahla dolaşmaya başlar.
Ama bir gün uzayan saçlarını kestirmek için berberini çağırır ve külahını çıkartır.
Berber, gerçeği görür.
Gördüğünü başkalarına anlatırsa öleceğini de bilir.
Uzun zaman bu sırla dolaşır ama sonunda artık bu sırrı taşıyamaz hale gelir.
Bir kuyuya eğilerek bağırır:
“Midas’ın kulakları eşşek kulakları.”
Bu ses, sudan toprağa, topraktan kamışlara, kamışlardan ovalara yayılarak insanlara ulaşır ve herkes gerçeği öğrenir.
Hiçbir sır ilelebet gizli kalamaz çünkü.
Ben kendimi bildim bileli bizim devletin de “uzun kulakları” vardır ve sürekli olarak insanları dinler.
Eskiden bu “gerçek” fısıltılar halinde tekrarlanırdı ama o fısıltılar zamanla yayıldı ve insanlar gerçeği öğrendiler.
Daha sonra bu “dinleme” işi biraz daha kurala bağlandı.
Birini dinlemek için yargıdan izin almak, izin alabilmek için de neden dinleme yapılması gerektiğine dair kanıtlar göstermek gerekiyordu.
Son zamanlarda birçok suçlu bu “yasal” dinlemeler sayesinde yakalandı.
Ama şimdi anlaşılıyor ki “yasal” olmayan dinlemeler de sürüyor.
Önce Anayasa Mahkemesi üyelerinden Osman Paksüt’ün arabasının arkasında bir “dinleme” arabası yakalandı.
Bunun bir tesadüf olduğu söylendi.
Önceki gün ise CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın makam odasında yaptığı bir konuşmanın kayıtları yayınlandı bir gazetede.
Türkiye’nin başkenti Ankara’da, ana muhalefet partisinin genel sekreterini “yabancıların” dinleyip kayıtları bir Türk gazetesine verdiklerini düşünmek pek mümkün değil.
Belli ki bunu devletin “birimlerinden” biri yapmış.
Ve izinsiz bir şekilde gerçekleştirilen bu dinlemeyle “yasa” dışına çıkılmış.
Devlet birimleri yasadışı işler yapıp onu bunu dinlemeye başladılar mı “kulakları uzar” ve Midas’ın berberinin söylediği gibi “eşşek kulakları” gibi olur.
“Eşşek kulaklı” birimler bir devlet için iyi bir şey de değildir.
Hukuksuzluk anlamına gelir.
Zaten bizim bu ülkedeki en büyük sorunumuz da bu.
Devletin görevlilerini hukuk içinde tutabilmeyi bir türlü beceremiyoruz.
Devrilmiş bir şişedeki su gibi hep hukuk dışına doğru akıyorlar.
Üstelik bunu niye yaptıkları da tam belli değil.
Niye ana muhalefet partisinin yöneticisini dinlerler?
Böyle bir dinlemenin “polisiye” bir nedeni olmadığı, İçişleri Bakanı’nın “biz yapmadık” demesinden belli.
Aksi takdirde bir “neden” söylerdi.
Öyleyse neden dinlediler?
Bunun nedeninin “siyasi” olduğu çok açık.
Ya hükümet böyle bir emir verdi ve yakalandı.
Ya da hükümeti zor duruma düşürmek isteyen biri dinledi ve kayıtları yayarak hükümeti zor duruma düşürdü.
Her iki ihtimalde de devlet “suç” işlemiş oluyor.
Ve kafasına ne kadar uzun külahlar geçirirse geçirsin sonunda kulakları gözüküyor.
Bize de, manşetlere eğilip bağırmak düşüyor:
“Devletin kulakları eşşek kulakları.”

29.05.2008

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k
Resmi internet sitesinde flörtün zina, kadının yabancı bir erkekle yalnız kalmasının günah, başkası için koku sürmenin ise edepsizlik olduğunu savunan Diyanet'ten açıklama yok....

28 Mayıs 2008 Çarşamba

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Ahmet Altan
Yalancı laikler
Yalandan bıktım.
Devleti, bürokratı, partisi, gazetecisiyle bir toplum nasıl bu kadar yalan söyler, kavramak gerçekten güç.
Bizim en büyük sorunumuz ne bugünlerde?
Laiklik, değil mi?
Devlet erkânımız ve yandaşları laiklik istiyorlar ve laiklik tehlikeye düşecek diye korkuyorlar, değil mi?
İşte bu, benim rastladığım en büyük yalan.
Vatikan Devleti ne kadar laiklik istiyorsa bizim devlet de o kadar laiklik istiyor.
Çünkü “dinî” açıdan bizim en çok benzediğimiz devlet Vatikan Devleti.
Vatikan, Hıristiyan dininin Katolik mezhebinin devleti.
Peki biz?
Biz de Müslüman dininin Sünni mezhebinin devletiyiz.
Siz bizim devletin herhangi bir kademesinde Müslüman olmayan birine rastladınız mı?
Peki, Sünni olmadığını açıkça söyleyebilen birine rastladınız mı?
Yahudi bir Yüzbaşımız, Ermeni bir diplomatımız, Rum bir posta müdürümüz var mı?
Olabilir mi?
İstedikleri kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsunlar “gayrimüslimler” devlet katlarında görev alamazlar.
Onu da bir yana bırakın.
Müslüman olmayan vatandaşlarımızı devlet resmen “yabancı” olarak görür, bir önceki cumhurbaşkanı onların “yabancı” olduğunu açıkça resmî kararlarına geçirtti.
Kendi vatandaşlarını “dinine” göre tasnif eden bir devlet laik, öyle mi?
Bu devletin laiklikle alakası yok ama sadece bu kadar da değil.
Müslüman olmak yetmez.
Siz hiç Alevi olduğunu açıkça söyleyen bir general gördünüz mü?
“Ben Aleviyim” diyen bir Maliye müfettişiyle karşılaştınız mı?
Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar.
Bu devlet, Müslüman Sünni olmayanlara güvenmez ve onları içine almaz.
Vatikan da böyledir.
Hıristiyan olmayanlara orada yer olmadığı gibi Protestanlara da yer yoktur.
Biz bu açıdan Vatikan’a birebir benzeriz.
Vatikan’a benzemediğimiz yanımız ise en “komik” yanımızdır.
Bizim devlet sadece “Sünnilere” kapılarını açar ama Sünnilerin Sünni gibi yaşamasını da yasaklar.
Sünni olmayanlara devlet kapıları kapalı olduğu gibi Sünni usullere göre yaşayanlara da devlet kapıları kapalıdır.
Bizim devletin istediği “ideal vatandaş”, Alevi gibi yaşayan bir Sünnidir.
Namaza gidilmeyecek.
İçki içilecek.
Kadınlar başını açacak.
Faiz haram sayılmayacak.
Konuşmalarda asla Hz. Muhammed’e ve Kuran-ı Kerim’e atıfta bulunulmayacak.
Bakın üst düzey devlet memurlarına.
Onların hepsi Alevi gibi yaşayan Sünnilerdir.
İçki içerler, namaza gitmezler, karılarının başları açık olur.
Sünniliğe kalben bağlı olan biri içki içemez.
Mutlaka beş vakit namazını kılar.
Öyle bir Sünni, devlet kadrolarında yer bulamaz.
Siz, aynen Vatikan gibi tek mezhepli bir devlet kuracaksınız, sonra da “laiklik” istediğinizi söyleyeceksiniz.
Bizim devlet “laik” falan değildir.
Bizim yargıçlar, askerler, gazeteciler, Sünnilerin Aleviler gibi yaşamasını “laiklik” sanıyor.
Laiklik elden gidiyor dediklerinde anlayın ki birisi Sünni gibi yaşıyor, Sünni gibi ibadet ediyordur.
AKP’nin devlet kadrolarına Sünni gibi yaşayan Sünnileri de alması zaten bugün “laiklik” tartışmasını böylesine alevlendiren.
Buna kızıyorlar ama devletin içine sadece Sünnileri alıp, onların Sünni gibi yaşamasını yasaklamasına “laiklik” değil, “kafa karışıklığı” derler.
Burası “laik” bir ülke değil.
Burası “kafası karışık” bir ülke.
Laik mi olmak istiyorsunuz?
Bizim yargıçlar laikliği çok mu arzuluyor?
O zaman kolay.
Önce devletin kapılarını her dinden, her mezhepten insana açacaksınız.
Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de devlette çalışacak.
Bütün mezhepleri de kabul edeceksiniz.
Sonra insanların inançlarına göre giyinmelerine, yaşamalarına, ibadetlerine karışmayacaksınız.
Yapabilirler mi?
Asla yapamazlar.
Onlar laiklik falan istemiyorlar, onlar iktidarda kalabilmek, gerekirse darbe yapabilmek için kendilerine bir “bahane” arıyorlar.
O bahaneye de laiklik diyorlar.
Burası laik değil, burası aklı karışık bir Vatikan.
Bir gün buraya gerçekten laiklik gelirse, şimdi “laiklik” diye tutturanlar bağırmaya başlar en önce.
Gerçek laiklikten ödleri patlar çünkü onların.

27.05.2008

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır': "Hazin olan, yargının demokratik bir sistemin gereklerini, evrensel hukukun ilkelerini kavramamış olması ve kendi varlığının gerekçesini hiç de demokratik olmayan bir cumhuriyet anlayışında ararken Cumhuriyet’i de hukuk devleti çerçevesinin dışına itelemesidir. Öte yandan yaşadığımız darbe süreci, yargının da kendisini tanıması için bir fırsattır... Çünkü darbenin çaresizliği giderek yargının çaresizliğine dönüşürken, muhtemelen bu kurumun içinden de birçokları artık ideolojik bağnazlığın sözcüsü olan ve meşruiyet zemini kayan bir yargının parçası olmak istemeyeceklerdir."

25 Mayıs 2008 Pazar

- Psikolojik iç savaş Karakutu.com-Kültür Sanat

- Psikolojik iç savaş Karakutu.com-Kültür Sanat


Yirmi yıllık komşum "sen şeriatı getirmek istiyorsun" dediği için kendisiyle selamı sabahı kestim. Şimdi eve girip çıkarken birbirimizle karşılaşmamaya çalışıyoruz...

Babam da kaldırım değiştirirdi... Sorardım, "az ileride 'demokratların' kahvesi var" derdi... Babam "halkçıydı".

Elli yıl sonra Türkiye'nin tadı gene kaçtı, döndük dolaştık aynı yere geldik.

Yağlanan karaciğerine aldırmadan küp gibi içki içen, sabah akşam Schubert dinleyen, yılın iki ayını Avrupa'da geçirmezse içi rahat etmeyen, en son namazını 1961 yılında kılmış herif, şeriat getirecekmiş...

Dişçim, çok da sevdiğim bir arkadaşımdır, "birbirimize ters bir laf ederiz de tatsızlık çıkar" korkusuyla üç yıldır uğramadım, ayıptır söylemesi ağzımın içi leş gibi.

Geçenlerde Zülfü Livaneli de yazıyordu, bazı eski dostlarıyla bir araya gelmekten çekinir olmuş.

Osman Ulagay da bu yüzden yazması gereken şeyleri zamanında yazamamış olmaktan yakınmıyor muydu?

Kimileri de Sabah koridorlarında birtakım entarili kefiyeli, hatta beli cenbiyeli adamların dolaştığını sanıyorlar ve "Araplarla aran nasıl" diye soruyorlar... Şaka yapıyorlar sanıyorum, bakıyorum, hayır, çok ciddiler!

Gözler, yürekler ve beyinler çok kararmış, çok... İnsanlar çok doldurulmuş, kötü doldurulmuş...

Tıpkı ellili yılların sonları gibi, "düşük yoğunluklu bir soğuk iç savaş" yaşanır oldu bu ülkede.

Hele basında, herkes birbirinin gözünü oymaya kararlı. "Hükümet yanlısı" deyimi en ağır hakaret oldu, sanki sözkonusu olan Yunan hükümeti...

Sanki bu hükümet batmış çıkmış benim çok umurumda... Bana ne sizin iktidar kavganızdan?

Ama gerçekler yazılamıyor. Gerçeği yazmak ayıp ve günah. Gerçeği yazmak kabahat işlemek. Gerçekten yana olmak, "politikada taraf olmak" gibi algılanıyor.

Hemen istiskal, hemen hakaret.

Gri tonları yok bu yeni Türkiye'de, yalnızca akla kara var.

"Nüans" yok, "nükte" yok, "ironi" yasak, gülümsemek de suç. Hoşgörü tu kaka, ille düşmanlık güdeceksin.

Peki, bu kafayla devam etsinler ve hem kendilerine hem de Türkiye'ye yazık etsinler.

Bir daha söyleyeyim: Ben gerçeği yazarım, görevim budur. O gerçeğin kimin işine yaradığı beni ilgilendirmez!

Siz de yazın, Nazım Hikmet'e yaptığınız gibi, bu adam aykırılık ve çıkıntılık etmeye devam ediyor hâlâ!

Memleketi gerin def gibi, insanlar birbirlerine böyle böyle düşman kesilsinler, belki fayda sağlarsınız olacaklardan. Belki patronunuza üç kuruş daha kazandırırsınız.

Ben artık iyice yalnız kalmak istiyorum.

Çünkü sıtkım sıyrıldı.

Tabutumu taşıyacak dört kişi bana yeter, o da çıkmazsa nasıl olsa cemaatten tanımadık dört hayırsever bulunur, öğleyi kılıp gelirler musalla başına... Yoksa bu da mı şeriatçılık oluyor? Peki, cesedimi yakıp küllerini Kurbağalıdere'ye serpin, sanki çok umurumdaydı...

Bu kadar kıskançlık, bu kadar çekememezlik, bu kadar nefret size yarar getirmeyecek, küçüldüğünüzle kalacaksınız "eski arkadaşlar" ... Ama bilin ki bu gidiş iyi gidiş değildir ve iç savaşlarda, bir kazanan bir yenilen görünse bile, aslında ülkenin bütünü kaybeder.

Psikolojik iç savaş çıkardığınız için torunlarınızdan utanacaksınız.




Sabah /25/05/2008
Engin ArdıçEngin Ardıç

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Etyen Mahçupyan
Cumhuriyet olamayan cumhuriyet
Çare, herkesin bildiği gibi, siyaset alanının hiyerarşik olarak ikiye bölünmesi ve ekonomi gibi basit ve ‘teknik’ meseleleri siyasetçilere bırakırken; kimlik, vatandaşlık ve ideoloji gibi ‘temel’ meseleleri yürütme bürokrasisinin ve yargının uhdesinde tutmakta aranıyor. Bu durumu ‘normal’ göstermek için gerekli maddeler anayasaya konmakla kalınmıyor, söz konusu kurumların iç tüzükleri de ona göre düzenleniyor...
Böylece ancak demokratlıktan nasibini almamış, totaliter ülkelerde mümkün olabilecek bir hukuksal altyapı oluşmakta: Bir yandan asker ve yargı Cumhuriyet’in ve onun ilkelerinin koruyucusu, öte yandan da bunu sağlayan yasa maddelerinin değiştirilmesi teklif dahi edilemiyor! Sırf bu durum bile yaşadığımız rejimin totaliter niteliğine gönderme yapmakta... Ama dahası da var, çünkü asker ve yargının korumakta oldukları rejim –biz adına cumhuriyet desek de- evrensel olarak cumhuriyet dendiğinde kastedilen rejimin niteliklerinden epeyce uzak. Kısacası bizde asker ve yargı, ‘cumhuriyet’ dediğimiz ama cumhuriyet olmaktan uzak olan otoriter bir rejimi bu haliyle tutma mücadelesi içindeler.
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bildirisinin içeriğine girildiğinde bu özellik çarpıcı bir biçimde insanın karşısına çıkıyor. Açıklama “yargı erkine yönelik ve hukuk devleti olma ilkesiyle bağdaşmayan sistemli saldırıların Cumhuriyet’in temel ilkelerini zedeler hal aldığı” tespitini öne sürmekte. İronik olan şu ki yargıya olan eleştiriler zaten bu kurumun ‘hukuk devleti olma’ ilkelerine göre davranmaması nedeniyle yapılıyor. Kendisini yasama ve yürütme yerine koyan bir yargının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmaması karşısında, yüksek yargı salt kendi varlığından hareketle Türkiye’yi bir hukuk devleti sayıyor ve üstelik bu var olma halini Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle özdeşleştiriyor. Diğer bir deyişle yargının ne yaptığının hiçbir önemi yokmuş gibi davranılmakta, sanki ne yaparsa yapsın söz konusu eylem ‘hukuksal’ olacakmış gibi varsayılmakta ve Cumhuriyet’in de ‘tam da bu’ rejim olduğu söylenmektedir. Oysa basit bir izan ve sağduyu düzeyi bile, yargının topluma kabul ettirmeye çalıştığı bu anlayışın toplumu ve demokrasiyi dışlayan, açık bir tahakküm rejimini ifade ettiğini görmek için yeterli.
Aynı mantık yaşanan son süreci değerlendirdiğinde daha da deşifre olmakta, karşımıza yasamanın anayasal değişiklik yapamayacağını, önerilmiş olan değişikliklerin yasa dışı yollarla engellenmesi gerektiğini ima eden cümleler çıkmaktadır. Unutmayın ki totaliter bakışı itiraf eden bu önermelerin altında tüm daire başkanlarının imzası var... Dolayısıyla sorun kişilerle değil, doğrudan kurum kültürüyle ilgili ve bu kurum kültürü yıllardan beri tüm topluma benimsetilmeye çalışılıyor. Ne var ki demokrat zihniyetin kaçınılmaz hale geldiği günümüzde, bu tür rejimlere artık dünyanın hiçbir yerinde ‘cumhuriyet’ denmiyor. Siz kendinize bu adı taksanız bile...

25.05.2008

Müzik notaları arasında bir istihbarat örgütü: CIA - Soner YALÇIN - Hürriyet

Müzik notaları arasında bir istihbarat örgütü: CIA - Soner YALÇIN - Hürriyet
Yazar Ian Fleming’in her ne kadar istihbaratçı olduğu bilinse de karanlıkta kalmış bazı faaliyetleri hálá aydınlatılabilmiş değil.

Bunlardan biri bizimle çok ilgiliydi.

Londra’da İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan Kıbrıs müzakereleri sürerken İstanbul’da olaylar çıktı.

6 Eylül akşamı İstanbul’da azınlıklara ait ne varsa yağma edildi.

Londra’daki toplantı sonuç alınamadan dağıldı.

İstanbul’daki 6/7 Eylül olayları sırasında İngiliz ajanı Ian Fleming, İstanbul’daydı. Interpol toplantısı için geldiğini söyledi ama bu toplantıya hiç katılmamıştı.

Fleming İstanbul’a ne için gelmişti; neler yapmıştı; hiç öğrenilemedi!

İddiaya göre, Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberinin çıktığı Selanik üzerinden İstanbul’a gelmişti.

Ian Fleming olaylardan iki yıl sonra, hikáyesi Türkiye’de geçen "Rusya’dan Sevgilerle" romanını yazdı; 6/7 Eylül gecesi yaşananları ayrıntılarıyla anlattı.

Ian Fleming gibi casusluk romanları yazan İngiliz Eric Ambler de MI6’da çalıştı. İki romanında; "Dimitrios’un Maskesi" ve "Korkuya Yolculuk"ta mekán olarak Türkiye’yi kullandı.

"Gün Işığı" adlı eserinden uyarlanan "Topkapı" filmi bir dönemin en önemli sinema klasikleri arasında gösteriliyordu.

Ian Fleming, Eric Ambler gibi İngiliz istihbarat birimi MI6’da görev yapan bir başka yazar ise William Somerset Maugham idi.

I. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbarat birimine girdi. 1917 yılında MI6 tarafından Bolşevik devrimini engellemek için Moskova’ya gönderildi.

1928’de Fransız Rivierası’ndan bir ev alıp sadece yazıyla ilgileneceğini söyledi.

II. Dünya Savaşı günlerini, Hollywood’da hikáyelerini sinemaya aktarmakla geçirdi. Pastalar ve Bira, ünlü ressam Gauguin’in yaşamını anlattığı Ay ve Altı Para, Şeytanın Kurbanları, Renkli Peçe eserleri arasındadır.

Ve bir MI6 ajanı yazar daha; John Le Carre.

Asıl adı, David John Moore Cornwell idi.

Bern’de üniversite öğrenimi sırasında İngiliz istihbarat örgütüne katıldı.

İlk romanı "Call For the Dead"i 1961’de yazdı. Romanını MI6’ya okutarak onayını aldı. İtiraz gelmedi ancak takma isimle yazması istendi. O da "John Le Carre" adını buldu.

En bilindik eseri "Soğuktan Gelen Casus"tu. Kitapları film yapıldı.

İngiliz casusu olduğunu ilk günden beri reddeden yazar, bu gizli mesleğini ilk kez BBC’nin 2000 yapımı "The Secret Center" adlı belgeselde açıkladı.

MI6 istihbarat örgütünün bir diğer elemanı ise yazar Graham Greene idi.

O da yazdığı; "Üçüncü Adam", "Güç ve Zafer", "Sessiz Adam" gibi casusluk romanlarıyla tanındı.

Le Carre gibi ağzı pek kapalı bir istihbaratçı değildi; bu nedenle arkadaşları arasındaki adı "şebek"ti! Greene’nin de eserleri beyazperdeye aktarıldı.

MI6’da görev yapmış ünlü yazarların listesi böyle uzayıp gidiyor.

Sadece ülkemizde değil dünyada MI6 başarılı bulunur, hep övülür. Bunun en önemli sebebi, işte bu MI6 mensubu yazarların sinemalara da aktarılmış romanlarıdır...

24 Mayıs 2008 Cumartesi

- Erdoğan, Türklere etnik temizlik yapıyor Karakutu.com-Kültür Sanat

- Erdoğan, Türklere etnik temizlik yapıyor Karakutu.com-Kültür Sanat
Serdar Turgut:
Nüfus biyologlarının ‘absürd çoğalma’ (Absurd proliferation) diye adlandırdıkları bir bilimsel tespitleri var.
Buna göre absürd biçimde çoğalmaya başlayan bir tür (Bu, ister bitki, isterse de hayvan olsun) sonunda hızla yok olmaya doğru gidecektir.

Bu, tarihi ve tabiatı izlemekten oluşturulmuş bir bilimsel sonuç.

Başbakan da bir tür hayvan sayılabilecek Türkleri absürd çoğalmaya teşvik ettiğinden anladım ki o; Türklerin tür olarak ortadan yok olmasını amaçlıyor.

Bu fikri ilk önce ben ortaya atmış olsaydım makul karşılanabilirdi belki ama durmadan halk çocuğu olduğunu filan ileri süren Başbakan, Türkleri neden tür olarak ortadan kaldırmaya karar verdi, doğrusu onu anlamadım.
Bu plan çok güzel. Ben tüm kalbimle destek veriyorum da tek sorun şu: Türklerin çoğaldıkları andan tür olarak yok olacakları ana kadar geçen zamanda sabır gösterebilmemiz ve tahammüllü olmamız. Çünkü çıkın bakın etrafa, istediğiniz semtte yürüyün. Bu diyeceğim sınıflar üstü bir şey. Herkes aynı tavırda.
Jonathan Swift’in mütevazı önerisinden yola çıkarak ben bir zamanlar havlayan köpeklerin apartmanlardan atılmasının yerine ağlayan bebeklerin daha fazla gürültü çıkarabildikleri gerekçesiyle sokağa atılmalarını talep etmiştim.
Yazı çıktı ve ertesi gün bir baba beni aradı ‘Sen benim çocuğumun sokağa atılmasını nasıl isteyebilirsin?’ dedi.

Aptal insanların evrensel özelliği, genel olarak söylenen bazı lafların özel olarak kendilerine söylendiğini sanmalarıdır.

Adama cevap olarak bu lafları söyleyerek başladım sözlerime. Daha sonra da kendisinin ‘bir b..a yaramayan bir o. çocuğu olduğunu’ söyledim. Daha sonra da ‘inşallah yakında geberirsin’ dedim.

O zamanki yayın yönetmenim bu tavrımın iyi bir halkla ilişki tavrı olmadığını söyledi. Ona da ‘cehenneme kadar yolu olduğunu’ söyledim.

O gün çok formundaydım anlayacağınız...

Akşam/ 23.05.2008

23 Mayıs 2008 Cuma

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır': "Mali kesimin bu entegrasyonu bile bir kesim iktidar odağı için belirsizlik ve endişe kaynağı. Ulus-devlet üzerinden örgütlenmiş ve geleceğini ulus-devletin inşa ettiği ulus-pazara bağlamış tüm kesimlerin ilk hedefi Avrupa Birliği.
Türkiye’de korporatist, bürokratik tüm yapılar güçlerini ulus-devletten alıyorlar.
Bugün solda bile dursa çoğu meslek örgütü bu anlamda gericileşecek ve faşizmin kucağına düşecek. Ne yazık ki işin doğası böyle.
Türkiye’nin önünde iki yol var. Ya sorunlarını Naziler gibi halletmeye çalışan kesimlerin peşinden gidecek; ya da demokrasi yolunu seçerek AB üyeliği doğrultusunda adım atacak.
Bu ikinci yol aynı zamanda tek bir yol değil. Ama birinci yolun tek bir kapısı var. O kapıyı açtığınız zaman karşınıza savaş, ölüm, diktatörlük, yoksulluk çıkacak. Ama ikinci yolda halkın iradesi belirleyici olacak.
Şimdi herkesin kafasını kumdan çıkarıp bu gerçeği görmesinin zamanı.

23.05.2008"

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Ahmet Altan
Toplu intihar

Eh, bir ülkede yaşanabilecek en büyük rezaleti de yaşıyoruz nihayet.
Yargı bürokrasisi kendi halkına ve ülkesine savaş açtı.
Dokunulmazlık zırhının arkasına saklanarak ülkenin siyasi ve iktisadi istikrarını bozmak, Meclis’in egemenliğini yok saymak, kendi iradelerini halkın iradesinden güçlü kılmak, o “kutsal” kuvvetler ayrımını fütursuzca çiğnemek için harekete geçtiler.
Anayasayı da, yasaları da yok sayıyorlar.
Açıkça suç işliyorlar.
Umurlarında bile değil.
Önceki gün Yargıtay, izandan yoksun bir muhtıra yayınlamıştı.
Dün de, genel sekreteri darbeleri açıkça övmüş olan Danıştay da, bir muhtıra yayınlayarak “ayaklanmaya” katıldı.
Bir yargı ayaklanmasıyla karşı karşıyayız.
Neye karşı ayaklanıyorlar?
Gücünü halkın iradesinden alan Parlamento’nun egemenliğine karşı.
Ayaklananların zihniyeti zaten muhtıralarında açıkça görülüyor.
Yargıtay önceki günkü muhtırasında, “türban yasası”ndan söz ederken aynen şöyle diyordu:
“Engellenemeyen bir hızla geçen yasa...”
Kelimeye dikkat eder misiniz, “engellenemeyen.”
Parlamento’da bulunan dört partiden üçünün oylarıyla kabul edilen yasanın “engellenemediğinden” yakınıyor Yargıtay.
Bu üç parti, toplumun yaklaşık yüzde seksenini temsil ediyor.
Ve, Yargıtay, arkasında böylesine büyük bir güç bulunan bir parlamentonun kararlarının “engellenememesinden” yakınıyor.
Kim engelleyecek parlamentoyu?
Parlamentoyu engellemeye kalkmak büyük bir suçtur.
Bunu söylemek bile suçtur.
Bir ülkede halkın oyuyla seçilen parlamento, kararlarını “bağımsız” bir biçimde verir.
Kurallara uygun bir biçimde verildiği sürece parlamentonun kararları kesindir ve onlara herkes uymak zorundadır.
Bizim yargıçlar farkında değil galiba ama onlar da uymak zorundadır.
Canlarını sıkan da bu zaten.
Ne dünyadan, ne gelişmelerden, ne çağın gerçeklerinden haberdar olan yargıçlarımız, “kafalarındaki” baskıcı, demokrasiden uzak, halkı önemsemeyen, parlamentoyu sindiren bir “rejimi” muhtıralarıyla gerçekleştirebileceklerini sanıyorlar.
Sanki bu ülkede yetmiş milyon insan yaşamıyor.
Sanki bu insanların, nasıl bir ülke ve nasıl bir hayat istediklerini söyleme hakları yok.
Elli tane yargıç oturacak, bütün topluma nasıl yaşaması gerektiğini dikte ettirecek.
Bunun olabileceğine inanıyorlar.
Anadolu’da, şehirlerde, sokaklarda hiç dolaşmadıkları, insanlarla hiç konuşmadıkları o kadar belli ki.
O günlerin geçtiğini hâlâ fark edemiyorlar.
Parlamento’nun yanı sıra en büyük hedeflerinden biri de Avrupa Birliği.
Çünkü kendi mesleklerini iyi yapamadıklarının en büyük göstergesi, evrensel hukuk kurallarına uyan Avrupa Birliği’nin ölçütleri.
Ne zaman bizim yargıçların aldığı kararlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitse rezil oluyoruz, çünkü bunların hukuka uymadığına karar veriliyor.
Bizim yargı da kendinden kuşkulanmak yerine evrensel hukuktan kuşkulanmayı tercih ediyor.
Hukuku ve halkı değil, devleti korumanın önemli olduğuna inanan bir zihniyetin sahibi çünkü onlar.
Askerî darbeleri pervasızca övüyorlar, 28 Şubat darbesinde koşa koşa Genelkurmay’a gidip hiç hicap duymadan brifing alıyorlar, 27 Nisan muhtırası karşısında seslerini bile çıkarmıyorlar, 367 kararı gibi bir ucubeyi gönül rahatlığıyla kabulleniyorlar, Şemdinli savcısının hayatı mahvedilirken ağızlarını açmıyorlar.
Ama Parlamento’ya müdahale etmek istiyorlar.
Edemeyecekler.
Bu ülkenin insanları nasıl yaşayacaklarını yargıya sormayacak.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini engelleyebilirler, partileri kapatabilirler, kaos yaratabilirler ama bu topluma kendilerini kabul ettiremezler, saygın bir güç olmaktan çıkarlar.
Ardı ardına yasalara aykırı muhtıralar yayınlayarak aslında bizim yargı sistemi intihar ediyor.
Toplumla bağlarını koparıyor.
Hukuk sisteminin cansuyu halkın gösterdiği kabuldür, halk yargıyı saygıdeğer bulmadığı zaman o yargı sisteminde bir bozukluk var demektir ve hayat onu değiştirir.
Yargı sistemimiz hakkı olmayan bir iktidarı ele geçirmeye çalışıyor.
Hukuksal bir darbe yapma peşinde.
Bunu yapamayacaklarını bile anlayamıyorlar.
Geçici bir süre için ülkenin istikrarını bozacaklar, belki bu istikrarsız ortamda başka gelişmelerin olmasını umacaklar.
Ama bu çok kısa sürer.
Bir seçim daha olur, halk 27 Nisan’a verdiği cevabı yargıya da verir.
Bu ülke demokrasiye ve hukuka kavuşacak.
İşin en acıklı yanı hukuka, hukukçularımıza rağmen kavuşacak olmamız.
Ne yapalım ki hukukla bu hukukçular yan yana duramıyor.
Birine sahip olursak öbürüne sahip olamıyoruz.
Bu ülke hukuku seçiyor.
Hukuku seven, hukuka saygılı hukukçularını da bulacaktır.

23.05.2008

22 Mayıs 2008 Perşembe

Marx neden ateist değildi?

Türkiye’de, Marx’tan haberdar olup da, onun ateist olmadığını düşünen hemen hemen hiç kimse yoktur. Oysa bu ay yayımlanan Andy Blunden imzalı “Marx neden ateist değildi?” başlıklı makale, sanki ezber bozmak istiyor

Doğru bilinen yanlışlar vardır. Tıpkı, yanlış bilinen doğrular olduğu gibi… Ya da doğru olup olmadığına ilişkin en küçük bir araştırma kaygısı bile taşımadan, aktarıldığı gibi kabul ediliveren bilgiler… Marx’la ateizmin, herhangi bir kuşku duymaksızın ilişkilendirilmesine dayananlar da bu türdendir.

Memleketim insanının, “Din bir araçtır” diyen başbakanın dindarlığını sorgulamak aklına bile gelmez. Ama bu “araç”ın neliğini ve işlevini ortaya koyan, dahası toplumun geniş kesimleri tarafından yalnızca “Din halkın afyonudur” sözüyle tanınan Marx’ın ne olduğunu sorgulamak, onun kendini ne olarak niteleyip nitelemediğini araştırmak da…

Çünkü Türkiye’de, Marx’tan haberdar olup da, onun ateist olmadığını düşünen hemen hemen hiç kimse yoktur. Bu düşüncenin ne kadar doğru olup olmadığı, ne denli geçerlilik değeri taşıyıp taşımadığı ayrı bir tartışma konusudur elbette.

Ancak, Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bu ay yayımlanan mayıs-haziran sayısında, “Marx neden ateist değildi?” başlığını taşıyan bir makale yayımladı. Rastlantı bu ya, birçok dergide de ünlü “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 160. yılına ilişkin yazıların ardı ardına yayımlandığı sırada…'Marx ateist değildir'

Andy Blunden’in, imzasını taşıyan ve Doğan Barış Kılınç’ın Türkçe’ye çevirdiği makalenin temel önermesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi, “Marx ateist değildir”. Blunden, yalnızca önermeyi ileri sürmekle yetinmiyor: Daha başlığa içsel kıldığı “neden” sorusuyla, önermesini temellendirmeye, gerekçelerini, dayanaklarını ortaya koymaya hazır olduğunun işaretini veriyor.

Andy Blunden ve yazıyı kapaktan veren Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi, bugüne dek Türkiye’de Marx üzerine yerli yersiz kelam edenlerin, sanki ezberini bozmak istiyorlar. “Din, ezilen insanın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur” diyen Marx için, Blunden, lafı dolandırmadan, “ateist değildir” hükmünü veriyor.

Bu yazının, birilerinin ezberini bozmaya ya da bu konuda bir tartışma başlatmaya ne denli katkı sağlayıp sağlamayacağını bugünden söylemek mümkün değil. Çünkü insanlar, genellikle kanaatlerini ve düşüncelerini kolay kolay sorgulamaya, dahası değiştirmeye yanaşmazlar. Ne de olsa, başkalarının ezberini bozmaya hazır olanlar, sıra kendi ezberlerine geldiğinde “sırra kadem basar”lar, her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de…

Hele hele, anlamaktan çok kalıp bilgi ve formülleri, klişe sözleri ve önermeleri ezberlemekten kaynaklanan kanaatler ve düşüncelerse bunlar, sorgulanmasını, eleştirilip, değişmeye açık kılınmasını beklemek daha da zordur. Ama imkansız değildir.

Bilim dogmaları değiştiriyor

Eğer imkansızlık söz konusu olsaydı zaten, tüm ilahi dinlerin, bıkıp usanmadan yineledikleri, “Dünya evrenin merkezinde ve hareketsizdir. Evren sonlu ve sınırlıdır. Allah / Tanrı, evreni yarattıktan sonra arşa istiva etmiştir” önermeleri değişmezdi. Ama değişti. Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu bilgi, dogmalarını tepetaklak ettirdi onlara. Sırasıyla Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet ve bunların bağımlıları, yüzlerce yıl insanların zihnine nakşettikleri, onların bilincine ve düşünme biçimine içsel kıldıkları önermeleri değiştirdiler çaresizce… Tıpkı bu dinler ve bağımlıları gibi, tek tek insanlar da düşünce ve kanaatlerini, inançlarını değiştirebilirler.

Dolayısıyla, insanlar, Marx’a ilişkin de düşüncelerini ve kanaatlerini yeniden değerlendirebilir bu yazı bağlamında. Ki Blunden, Marx’ın, “ateist damgasını 23 yaşında reddettiğini” belirtiyor. Ardı sıra şöyle diyor yazıda: Kendisini bir daha da ateist olarak tanımlamadığı açık bir olgudur.Andy Blunden’e göre, Marx ateist değildir. Ya size göre?..







A. Girgin: Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

21 Mayıs 2008 Çarşamba

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Başbakan sorumlu olur

Onlar da insan...
Bizim ülkemizde “ortak bir öfke” oluşması için mutlaka bir “düşman” olması gerekiyor galiba.
İnsanlarımızı bir “düşman” öldürürse kızıyoruz.
Ama insanlarımızı kendi aramızdan birileri öldürürse aldırmıyoruz.
Çünkü vicdanımızdan daha büyük bir “egomuz” ve öfkemiz var.
Acımayı, kederlenmeyi, sahiplenmeyi, savunmayı değil, kızmayı, hırslanmayı, intikamı, saldırıyı seviyoruz.
Tuzla’da ardı ardına işçiler ölüyor.
Başbakan pek kıymetli gözü hasta olduğu için işçilerin peş peşe ölmesiyle ilgilenecek vakit bulamaz.
Ana muhalefet lideri bir hukuksal darbe tezgâhlamanın şehvetiyle yanarken işçilere bakmaz bile.
MHP’nin başkanı 301. maddeye duyduğu ilginin yüzde birini bile duymaz işçi ölümlerine.
DTP’nin başkanı Kürt olmayanların acılarıyla da ilgilenmesi gerektiğini aklına getirmez.
Ölür zavallı işçiler.

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Tuzla'yı görmek

İlk grup muhafazakâr kesimi gerçekten de tanımayan, Türkiye’deki değişimi algılamayan ve anlamayan, bu nedenle de dindarlardan gelen her türlü talebin zararlı olacağını düşünen ‘bilgisiz’ insanlardan oluşuyor. Bunlar manipülasyonlara son derece açıklar ve ‘cumhuriyet’ mitingleri türünden eylemlere bilinçsizce katılarak kendilerini kolayca ‘bilinçli’ hissedebiliyorlar. Öte yandan bilmediklerini bilmeye çalışmak gibi bir arzuları da yok... ‘Keşke dindarlar olmasaydı’ türünden naif bir cemaatçiliğin ‘siyaset’ sanıldığı bir ortamdan söz ediyoruz.
Ancak herkesin böylesine bilgisiz olduğunu söylemek hiç de kolay değil. Birçokları yaşanan değişimi görmekle birlikte, bu değişimin kendilerine verilmiş olan öğreti ışığında istenmeyen bir durum oluşturduğunu düşünüyorlar. Tarihin insanlığı ‘ileriye’ doğru götürdüğüne ve bu ilerlemenin belirli kimliklerde somutlaştığına inanıyorlar. Kullandıkları fikri çerçeve ise resmî ideoloji, yani kemalizm... Bu bakış ideolojik onay verilmeyen her değişimin bizatihi yanlış olduğunu ima ediyor. Böylece ortaya bilgiyi görmezden gelen ve boşluğu salt ideoloji ile dolduran bir ‘cahiller’ grubu çıkıyor.
Öte yandan cehaleti siyasete dönüştürenlerin içinde herkes sanıldığı kadar bilinçsiz değil. Bazıları bu dönüşümü kasten, sırf kendi imtiyazlarını ve iktidar alanlarını savunmak için kullanıyor. Yaşam biçimlerini koruma kisvesi altında davet edilen darbenin, gerçekte doğrudan güç ve nüfuz sağlayacağını umuyorlar. Bunlara kısaca ‘ahlaksızlar’ demek mümkün...
Tabii bir de ne bilgisiz, ne bilinçsiz ne de ahlaksız olanlar var... Bunlar muhafazakâr kesimdeki değişimin modernleşme olduğunun, kemalizmin günümüzde hiçbir derde deva olamayacağının ve de iktidar alanındaki güç kaymalarından çıkar sağlamanın ahlaki olmadığının farkındalar. Ama yine de AKP’nin kapatılmasını, başörtülülerin üniversiteye girememesini, gerekirse askerin yönetime el koymasını destekliyorlar. Bu tercih belli ki doğrudan zihniyetle alakalı... Bunlar aramızdaki ‘faşistler’...

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
"Devşirme" Marşlarla Milliyetçilik

“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Kâtibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gâvur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü kâtipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu kâtiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Kâtibim türküsü ortaya çıkar.

1974 Kıbrıs ‘Barış Harekâtı’ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkûmları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti

“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkân-ı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkân-ı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekâleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.

20 Mayıs 2008 Salı

- İlk anayasayı ’Islamcı liberaller’ hazırladı Karakutu.com-Kültür Sanat

- İlk anayasayı ’Islamcı liberaller’ hazırladı Karakutu.com-Kültür Sanat: "Konferansın amacı belliydi: Osmanlı’nın, Hıristiyan azınlıkların durumu koz olarak kullanılarak iç sorunları masaya yatırılacaktı.

Babıáli ne yapacağını düşünürken, Şûra-yı Devlet Reisi Midhat Paşa, anayasanın ilanının teklifini gündeme getirdi.

'Anayasa, Tersane Konferansı’ndan önce ilan edilirse müdahaleler önlenir, Rusya’nın oyunu bozulur, aksi halde Batı baskısı sürüp gider.'

Sultan II. Abdülhamid, bu teklife nihayet ikna oldu!

NAMIK KEMAL KOMİSYONDA

Bu arada haksızlık yapmayalım; anayasa ilanını tek bir 'dış nedene' bağlamak yanlış olur. 'İlk muhalefet partisi' Yeni Osmanlılar Hareketi’nin -geniş bir toplumsal tabanı olmasa da- yıllardır süren bir zorlaması olduğunu da belirtmek gerekir.

Bu nedenledir ki, Avrupa’ya kaçan dokuz 'ihtilalciden' ikisi anayasa komisyonunda (Cemiyet-i Mahsusa) görev aldılar: Namık Kemal ve Ziya Paşa.

Anayasayı hazırlayan Cemiyet-i Mahsusa, 2 asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve 10’u ulema olmak üzere toplam 28 üyed"

Gerçekler böyle kardeşler..

Bazen gerçekleri hiç öğrenmesek mi diye düşündüğüm oluyor doğrusu.

Çünkü gerçekler korkunç bu ülkede.

Bugün, Zihni Çakır’ın kitabında da yer alan MİT’in Sabancı cinayeti hakkındaki raporunu yayınlıyoruz.

Türkiye’nin en büyük işadamlarından birinin öldürülüşünün ardındakileri görmek insanın tüylerini ürpertiyor.

MİT’in raporuna göre, Özdemir Sabancı’yı öldüren çetenin üyelerinden biri bir yüzbaşı ve cinayet günü Sabancı Center’ın 25. katında o da var.

Fehriye Erdal ile Mustafa Duyar ise “devletin istihbarat teşkilatlarına” çalışıyorlar.

Büyük bir ihtimalle, Fehriye Erdal’ı Sabancı’ların yanına yerleştiren de o “istihbarat” teşkilatlarından biri.

Cinayeti planlayanlar polis şefi Hüseyin Kocadağ ile o sırada polis tarafından aranmakta olan Abdullah Çatlı.

Cinayeti para karşılığında üstlenen ise DHKP-C.

Suikastı gerçekleştiren şebekesinin bileşimi dehşet verici.

Bir asker, istihbarat teşkilatlarının ajanları, bir polis şefi, devlet çetelerinin içinde yer alan bir suçlu ve bir illegal örgüt.

Bu “ölüm kokteyli” bir araya nasıl geliyor?

Fehriye Erdal ve arkadaşları, bu cinayet için, çalıştıkları hangi “istihbarat teşkilatından” emir alıyorlar?

O yüzbaşı bu cinayete kim adına karışıyor? Hangi birimde çalışıyor?

Bir devlet çetesi olan Susurlukçularla “sol” olduğu söylenen illegal bir örgütün ilişkisi ne?

Belli ki aslında bu soruların cevapları da biliniyor. MİT

raporu açıkça belirtmese de, “Fehriye Erdal’la arkadaşlarının istihbarat teşkilatlarına çalıştığını” söyleyerek bu cinayetin devlete bağlı bir istihbarat teşkilatı tarafından örgütlendiğini ima ediyor.

Her yerde devletin parmak izleri var.

Bunlar çok açık olan izler ve bu izlerin peşinden gidip de işin “köküne” ulaşan kimse yok.

Dünyadaki her devletin karanlık ve karışık işleri vardır.

Ama gelişmiş ülkelerde hukuk “devletin karanlık yüzünü” de yakalar.

Amerika’daki “İrangate” olayını hatırlayın.

Orada da İran’a silah satıp bu payı gerillalara veren bir “derin devlet” örgütü yakalanmıştı.

Örgütün izleri sürülmüş, bir yarbay yargılanıp cezalandırılmıştı.

Ama bizde kimse Sabancı suikastındaki yüzbaşının ardına düşmedi.

Üstelik raporda adı da açıkça yazıyor.

Gelişmiş ülkelerle aramızdaki fark da bu zaten:

Hukuk.

Amerika’da da bizde de “derin devlet” var ama Amerika’da bir de hukuk var ve “derin devletin” yayılıp bütün devleti ele geçirmesini bu hukuk engelliyor.

Bizde ise hukuk yok ve derin devlet cinayetleriyle, suikastlarıyla, kanlı ilişkileriyle devletin içine yayılabildiği kadar yayılıyor.

Avrupa Birliği bize, “sizin de hukukunuz olsun” diyor.

Ve Danıştay Başkanı kalkıyor bizim de “hukuka sahip olmamızı isteyen” Avrupa’ya “sen bizim işimize karışma” diye cevap veriyor.

Avrupa karışmazsa hukuk daha mı sağlam olacak Türkiye’de?

Yoksa daha mı çürük?

Danıştay Başkanı, hukuku sağlam bir ülke mi istiyor yoksa hukuku çürük bir ülke mi?

Başkanının Avrupa’ya “bize karışma” dediği bu Danıştay’ın başsavcısı da “darbeleri övmüştü” ve gene bu Danıştay “darbeleri övmenin suç olmadığına” karar vermişti.

Danıştay Başkanı’nın devamını istediği, kimseye dokundurmadığı hukuk sistemi bu işte.

Hukukçularının hukuktan böylesine nefret ettiği kaç ülke var yeryüzünde, bilmiyorum.

Ama Avrupa’da bu tür ülkeler yok.

Bizim “hukukçuları” kızdıran da bu.

Onlar, devleti “hukuksuz” olduğu ölçüde güçlenen bir örgüt sanıyorlar.

Devlet, hukukun disiplininden koparsa “çete” olur.

Bir devletle bir çeteyi birbirinden ayıran hukuktur.

Hukuk olmadı mı böyle cinayetler işlenir işte. Kims

e katilleri yakalamaz.

Herkesin hayatı tehlikeye girer.

Hukukun olmadığı bir ülkede kimin hayatı güvende olabilir?

Hukuk olmadığında insanları kim korur?

Artık dünyanın bütün gelişmiş ülkelerindeki toplumlar birbirlerini denetliyorlar, devletlerin hukuksuzluğa kaymasını önlemekteki en kuvvetli çare bu.

Ancak toplumların dayanışması devlet zorbalığını önlüyor.

Ama bizim hukukçular bu “toplumlararası dayanışmayı” halka “dışardan karışmak” olarak anlatıyorlar.

Peki, sevgili hukukçularımız, başka toplumlarla dayanışmadığımız zaman siz bu ülkeye hukuku yerleştiriyor musunuz?

Yoksa derdiniz özgürce darbeleri övmek, “367” gibi hukukla alakası olamayan saçma sapan kararları kimsenin denetlemesine izin vermeden çıkarmak mı?

Siz neyin “bağımsızlığını” ve özgürlüğünü istiyorsunuz?

Ve, siz bu devlet cinayetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir de bu konuda konuşsanız da ne düşündüğünüzü anlasak.

Taraf Gazetesi, 11 Mayıs Pazar

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Milliyet - ‘Gencim, milliyetçiyim, milletten şikâyetçiyim’ / Güncel / Milliyet İnternet

Milliyet - ‘Gencim, milliyetçiyim, milletten şikâyetçiyim’ / Güncel / Milliyet İnternet
“Milliyetçi gençler”, gazete okumuyor; televizyonda da sadece eğlence programı izliyorlar.
Polat gibi şekil yapmak, Koç gibi para kazanmak, Acun gibi sahillerde “sabaha kadar eğlence”ye dalmak istiyorlar.
* * *
Çoğu Türkiye’nin geleceğinden umutsuz...
Kendi geleceklerinden ise umutlular.
Yani?
“Ülkem batar, ben yırtarım” sanıyorlar.
* * *
“Ülkem varsa ben de varım”, “Ülkem batarsa ben de batarım”, hatta “Ülkemi batmaktan ancak ben kurtarırım” diyen kuşakları birbirine kırdırıp darağaçlarında, cezaevlerinde yok ettiler.
“Kitap günah, örgütlenmek yasak, siyaset tuzak” diye diye, dayağı, magazini, içi kof bir milliyetçiliği vere vere, her koyunun kendi bacağından asıldığını söyleye söyleye, “Okumadan da yırtmak mümkün”ü işleye işleye, siyasete aklı ermeyen, gözü dışarıda, “Polatist” umutsuzlar yarattılar.
* * *
Madem manzara böyle, ben de gençlerin yurtdışında yırtmış idollerinden Mert İçgören’in, gençler arasında pek yayılmış şarkılarından biriyle kutlayayım, yeni kuşağın Gençlik ve Spor Bayramı’nı:
“Üç gün üç gece/ Bodrum’da eğlence/
Yanımda Ceylan, Merve ve Ece/
Teker teker ya da hep birlikte/
Üç gün üç gece, sabaha kadar eğlence.../
Kızı uçağa koydum/ iki tane kız buldum/
İyice yağladım, sonra güneşe koydum/
İki saat beklettim, çıkarıp soydum/
İkisini de yedim, ohhh doydum.”
* * *
Bayramınız afiyetli olsun!

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Gripin: 3 çocuk yapıp laleyle besleyeceğiz

Gripin: 3 çocuk yapıp laleyle besleyeceğiz:

Gripin: 3 çocuk yapıp laleyle besleyeceğiz
Müzisyenlerle müzik konuşmak kolaydır. Yeni albümler, yeni klipler, konserler... Ancak konu biraz müzik dışına taşsa olacakları kestiremezsiniz. Karın Ağrısı röportajlarının ilk konuğu Gripin’le de öyle oldu. Grup dert ettikleri meseleleri anlattı.

"HEPİMİZ KENAN EVREN’İN ÇOCUKLARIYIZ
Tavır koyamama durumumuz nedir sizce?
Birol: Korkuyoruz tabiki. Neticesinde hepimiz Kenan Evren’in çocuklarıyız. Ne kadar şımarık olabiliriz ki?
İlker: Ben üniversitedeyken birkaç polis öldürülmüştü. Polisler de eylem yapmıştı. Biz sınavdayken dışardan “İşte burası hain yuvası” diye slogan attıklarını duyuyorduk. Eminim kendi aralarında “abi kaç para alıyoruz ki bu çileyi çekiyoruz” diye konuşuyorlardı. Bence her şeyin temelinde ekonomi var.

“Dönek”liğe dair

“Dönek”liğe dair
Akıl da, duyarlık da sağlam kılavuzlardır. Ve bizi kördüğüm haline sokan, o ikisini yeterince kullanamamamız. Şimdi ondan, yerkürede yeni bir Mayıs 68 kalkışımına, egemen vandal düzene köktenci bir diklenişe dönme ihtiyacı kabarıyor.
İnsanın, bir dönem savunduğu değerlerin tam tersini savunmaya girişmesi bir parça tuhaf gene de: O kadar yanılmışsa, şimdi de bir o kadar yanılıyordur belki - bazılarında yanılma eğilimi şiddetli oluyor, neredeyse doğalarında var bu.
Mayıs 68’in önde gelen figürlerini göz önüne getirdiğinizde, benzeri bir panoramayla karşılaşabilirsiniz. Çoğu genç, çok genç, düpedüz toy insanlardı olay patlak verdiğinde, oluşmuş çizgilerden dem vurulamazdı. Giderek değiştiler, yumuşak ya da sert hareketlerle yön ve odak değiştirdiler. Gene kişisel olacak, ama dedim ya yazıyı yazan benim, neden olmasın, bana en sağlıklı görünen değişim Cohn-Bendit’inki: ‘Kızıl’dan yola çıkıp ‘ekolojik yeşil’e geçmeyi aşırı bir dönüşüm olarak değerlendirmiyorum. Ayrıca, on yıl kadar önce, birlikte katıldığımız bir açık oturumda kıran kırana tartışmış olmakla birlikte, mücadeleci ve sevimli kişiliğini seviyor, siyasal tavırlarını içten buluyorum.

Referans - Yarının Habercisi | Mitleştirilen 68 ve günümüz

Referans - Yarının Habercisi | Mitleştirilen 68 ve günümüz:
İDEOLOJİLERİNİ GÖZDEN GEÇİRENLERİN YAKIN TARİH YORUMLARI:
VE "68 KUŞAĞI"



"Paris 68'i anti-otoriter bir hareketti. Bizim 68 ise içinde iki farklı eğilim taşısa da ikisi de 'otoriter bir düzen' isteğine dayanmaktaydı. Ancak bugün cuntacılığı mazur gösterecek nedenler mevcut değil."
İki 68 farkı
Önce bu fark net olarak ifade edilmeli. Sanıyorum 10 yıl kadar önceydi, bir gazetede 68 kuşağı üstüne, bugün de halen yaşamını sürdüren 68'liler Vakfı'nın başkanıyla bir tartışma yapmıştık. O zaman da aynı şeyleri söylemiştim: Bugün 68 kuşağı nitelemesini, kolay bir kimlik tanımı oluşunu anlayabiliyorum, kendini öyle niteleyenlere de diyeceğim bir şey yok, ancak olayın kendisi "68 kuşağı" nitelemesine uygun düşmüyor.
68 kuşağı denildiğinde Paris 1968'i akla geliyor ki, bizimkiyle hiç ilgisi yok. Benzer olan biçim yalnızca üniversitelerin işgal edilmesi ve tabii bir de öğrenci hakları. Paris 68'i anti-otoriter bir hareketti, oysa bizim hareketimiz içinde iki farklı eğilim taşısa da ikisi de "otoriter bir düzen" isteğine dayanmaktaydı. İki eğilim derken kastettiğim, biri benim de içinde olduğum işçi sınıfı öncülüğünde sosyalist devrim diyen ve cuntacılığa açıkça karşı çıkan eğilimdi; diğeri ise asker-sivil aydın kesimi önderliğinde "Milli Demokratik Devrim" diyen ve cuntacılığa bel bağlayan eğilim. Bizler "işçi-gençlik el ele" sloganını atıyorduk, onlar ise "ordu-gençlik el ele" diyorlardı. 68'den sonra bu ikinci eğilim gençlik içinde güç kazandı, biz kaybettik.

Referans - Yarının Habercisi | Ramazan 10 yıl yaz sezonunda, tesettür oteller şehre iniyor

Referans - Yarının Habercisi | Ramazan 10 yıl yaz sezonunda, tesettür oteller şehre iniyor
EYVAH VAROŞLAR ŞEHRE İNDİ!...

"Tesettür otelleri 'tez' konusu oldu
Son dönemde peşpeşe açılan 'tesettür otelleri' uluslararası alanda tartışılan 'İslami turizm' akademisyenlerinin de gündemine girdi. Geçen günlerde Antalya'da turizm araştırmacılarının bir araya geldiği 4. Uluslararası Turizm Araştırmaları ve Lisansüstü Tezler Kongresi'nde tatil ve seyahatler islami açıdan değerlendirilirken, farklı görüşler tartışıldı. Doç. Dr. Nazmi Kozak tarafından düzenlenen kongrede Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Turizm İşletmeciliği Bölümü'nden Mustafa Doğan'ın hazırladığı 'İslami Turizmin Gelişimi' başlıklı bildiride, AK Parti döneminde 'İslami otel' sayısındaki artışa dikkat çekildi. Araştırmada tesettür otelleriyle ilgili şu bilgilere yer verildi: 'İslami otellerin sayısında özellikle 2005'ten sonra ciddi bir artış olduğu görülüyor. 2004'te 2, 2005'te 3 otel açılmışken özellikle 2006 ve 2007 yıllarında bu sayıda sıçrama olduğu gözlenmektedir. 10 yeni konaklama işletmesi ile 2006 en çok tesis aç�"

'Türkiye acımasızca krize doğru kayıyor' - Hürriyet

'Türkiye acımasızca krize doğru kayıyor' - Hürriyet

Tüm Dünya Haberlerini Okumak İçin
Önceki Haber Sonraki Haber
17 Mayıs 2008
'Türkiye acımasızca krize doğru kayıyor'

'Türkiye acımasızca krize doğru kayıyor'
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris, Bush yönetimini, AKP hakkındaki kapatma davası konusunda net bir tavır takınmadığı gerekçesiyle eleştirirken “ABD’nin kilit bir müttefiki ve Ortadoğu’nun en önemli demokrasilerinden biri, acımasızca krize doğru kayıyor” görüşünü dile getirdi.

İşte Mark Parris'in makalesinin İngilizce metni...

ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’nün Türkiye Projesi'ne danışmanlık yapan Parris, The Wall Street Journal gazetesince bugün yayımlanan makalesinde AKP hakkındaki kapatma davasını değerlendirirken Washington’un tutumunu eleştirdi.

Mark Parris, “Türk Mahkemeleri, Halkın İradesine Saygı Göstermeli” başlıklı makalesinde kapatma davasına Washington’un adeta tepki koymaması ve Amerikan basınının fazla yer vermemesi nedeniyle Türkiye’de olup bitenlerin pek dikkat çekmediğini savunarak “Ancak ABD’nin kilit bir müttefiki ve Ortadoğu’nun en önemli demokrasilerinden biri, acımasızca krize doğru kayıyor” görüşünü dile getirdi.

Türk Anayasası’nın ilgili maddesinin dilinin muğlak olduğunu ve Anayasa’nın “modası geçmiş bir belge olarak yaygın bir biçimde kınandığı”nı öne süren Mark Parris, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın davranışlarının da gözardı edilemeyeceğini de savundu.

16 Mayıs 2008 Cuma

www. siznezaman akillanacaksiniz. com.tr

ULUSALCILIGIN GLOBALİZM KARŞISINDA Kİ ÇÖKÜŞÜ!

 
 

MONOLOG tarafından Google Reader ile size gönderildi:

 
 

15.05.2008 tarihinde Karakutu.com-Kültür Sanat üzerinden, yazan:

Emekli subaylar tarafından kurulan ve yönetilen, eski cumhurbaşkanından, yani devletten de para yardımı alan "sivil" toplum örgütleri, seçimi AKP'nin kazanmasını engellemek için mitingler düzenlemişlerdi geçen yıl...

Bu mitinglere beş yüz bin kadar kişinin katıldığı oldu.

Elbette büyük bir başarıydı, önemli bir rakamdı bu, ama ancak on milletvekili çıkarmaya yetiyordu, yaklaşık!


 
 

Buradan şunları yapabilirsiniz:

 
 

Alık gibi hep aynı filmi seyretmek zorunda mıyız?(2

Hasan Cemal



Hesap sormayı öğrenmeden demokrasi ve hukuk olmaz!

Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmak bizim defterimizde pek yoktur. İç hesaplaşmadan da hoşlanmayız.
Belki bu yüzdendir, yıllar geçiyor ama hep aynı filmi seyrediyoruz alık gibi...
Neden, neyimiz eksik?
Bu sorular, 1999’da yazdığımız Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım isimli kitabımın omurgasını oluşturur.
Bu açıdan, Murat Belge’nin bir yazısından kitabıma alıntı yapmıştım:
“Toplumun temel yönelişi, bireyselleşmeden bireycileşmek olunca, her iyiliği kendine isteyen, ama hiçbir olumsuzluğun sorumluluğunu üstlenmeyen ‘birey’ler çoğalıyor. Bir iç hesaplaşma geleneği oluşamıyor. ‘Şu olmuş kötülüğün ne kadarından ben sorumluyum?’ sorusunu kimse sormak istemiyor.
Durumu, edebiyat tarihine gönderme yaparak açmak gerekirse, biz, toplumca henüz ‘Sofokles tragedyası’ aşamasındayız ve daha ‘Shakespeare tragedyası’ aşamasına gelemedik.
Birincide trajik duruma yol açan olay örgüsünü dış güçler, tanrılar, kader vb hazırlar.
İkincide tragedyanın kaynağı karakterdir. Ama bu ikinci de, tarihi bir gelişmenin ürettiği bir ideoloji ve kültürle ortaya çıkmıştır. Bir ucu Protestanlık, öbür ucu kapitalizme uzanan bir bireyselleşme tarihinin ürünüdür.
İyi bir Protestan, nihai inayete kavuşmak için durmadan kendi içindeki zaafla, kusurla, kötülükle boğuşur.”(Radikal, 11.08.98, s.9)
Geçmişi unutturmamak lazım.
Geçmişi unutmak, unutturmak isteyenler, ya da unutabileceğini, unutturabileceğini sananlar, hem kendilerine, hem yaşadıkları topluma fenalıklar yaparlar.
Çünkü, geçmişi unutmak bir yerde onu tekrarlamaya mahkum olmak anlamına gelebilir.
Hatırlamak zorundayız!
Yaşananları aydınlığa çıkarmaya çalışmak aynı zamanda tarihe karşı bir borçtur. Yaşananları olduğu gibi yazıp onladan ders çıkarmanın ortamını hazırlamak gerekir.
Bir Yahudi geleneğine göre, hatırlamak bir yerde nedamet getirmektir.
Hayatta severiz yanılmazlık oyununu.
Nedense hep haklıyızdır.
Oysa ahmaklıktır bu.
Hatta yalanda yaşamaktır!
Gabriel G. Marquez, büyük romancı, şöyle der:
“Kendi kendisiyle çelişkiye düşmeyen kişi bağnazdır, dogmatiktir. Her bağnaz da gericidir.”(Seven Voices, Rita Guibert, 1971, s.322)
İç hesaplaşma şart.
Kendi huzurunu yakalamak için şart. Nasıl ki toplumların olgunlaşmak için kendi tarihleriyle barışık hale gelmeleri şartsa...
Toplum olarak olgunlaşamıyoruz!
Geçmişle yüzleşmiyoruz çünkü.
Korkuyoruz bundan.
Örneğin Kürt sorununda, Ermeni meselesinde gerçekleri anlatmaktan korkuyoruz. Ya da gerçeğin değişik yüzlerini tartışmayı yasaklıyoruz 301’lerle...
Bunun gibi Alevilik nedir, ne değildir, geçmişin ders kitaplarında, okullarda hiç yoktu, bugün de yok gibi...
Darbeleri demokrasi açısından adam gibi eleştirilmeyen, darbecilerden hesap sorulamayan, devletin yanlışlarından dolayı özür dilenmeyen bir ülkeye demokrasi ve hukuk devleti doğru dürüst gelebilir mi?
Alın ‘68 olayını, Gezmiş’leri...
Aradan kırk yıl geçmiş daha hâlâ dört başı mamur biçimde sorgulayarak, eleşirel yaklaşamıyoruz? Her şeyi idealize ederek, romantize ederek kendi siyasal anlayışlarımıza alet etmek istiyoruz.
Öyle olunca da, yanlışlar tekrarlanıyor. Darbe süreçlerini kesemiyoruz.
Darbeciler hukuk üstü kalıyor!
Ve ne kadar zaman geçse de, hep aynı filmi alık gibi seyretmeye devam ediyoruz.
Ve ne kötü, zamanın derinliklerinden kopup gelen anılar insanın yakasını bırakmıyor.

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k
Başbakan, Newsweek dergisine verdiği bir röportajda “Köklerimiz İslami değil, ortalama Türk halkının partisiyiz” demiş. (Newsweek, Owen Matthews, Interview with Erdoğan, We Are Not Rooted In Religion, http://www.newsweek.com/id/135291 ) Kendisine sorulan “Modernite ve İslam bir arada varolabilir mi” sorusuna verdiği cevaptaki alıntıladığım bölüm, kanımca “Ortalama Türk’ün partisiyiz” söyleminden daha önemli. Kısaca bakalım ne demiş: 'Türkiye, insanların başarılamayacağını düşündüğü bir dengeyi kurmayı başardı. İslam, demokrasi, lakilik ve modernite arasındaki denge. Bizim hükümetimiz, dini vasıfları ağır basan bir insanın da laikliği koruyabileceğinin açık bir göstergesi olmuştur'. Ve devamında da biz “average” Türk’ün partisiyiz diyor. Bu “average” (ortalama) Türk’ü de “etnik milliyetçilik, bölgesel milliyetçilik ve dini şovenizmin” karşısında bir kişi olarak tanımlıyor.

Bu söylemden hareketle, ortalama bir Türk’ün Sivas’ta aydınları yakan, Hrant Dink’i öldüren, Malatya’da Hıristiyanları keserek öldüren, Hıristiyan din adamlarını tek tek öldüren, “ben Türküm, dinim ırkım uludur” diyen, “Dünya Türk Olsun” cümlesini dağa taşa yazan, ayrılıkçı hareketlere katılan, ülke genelinde Sabetayist avına çıkan, 14 yaşındaki kıza resmen tecavüz eden, Pippa Bacca’yı tecavüz edip öldüren o “ortalama dışı” Türk’ten apayrı bir grup olduğunu tahayyül edebiliriz demek ki. Kısacası AKP, yukarıda saydığım tüm bu eylemleri gerçekleştirmiş “ortalama dışı” (istatistiksel deyimle medyan dışı) insanların partisi değilmiş.

Peki bu “ortalama” Türk’ün partisi olan AKP hükümeti 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak isteyen sendikaların en doğal haklarını engellerken, hükümetin başbakanı “ayaklar baş olmasın” minvalli söylemlerde bulunurken, bir yandan dinler arası diyalog girişimlerinde bulunup, öte yandan “İslam ülkesi Türkiye” gibi söylemleri “ağzından kaçırırken”, yukarıda sayılan etnik milliyetçilik, dini şovenizm gibi kendilerine radikal gelen bir durumun daha da ötesinde tavırlar sergilemiyor mu?

15 Mayıs 2008 Perşembe

Milliyet - Deniz Gezmiş’lere mısır patlatır gibi bomba patlattıranlar... / Siyaset / Milliyet İnternet

Milliyet - Deniz Gezmiş’lere mısır patlatır gibi bomba patlattıranlar... / Siyaset / Milliyet İnternet DOĞRU SÖZE NE DENİR, AYNEN KATILIYORUM...
Alık gibi hep aynı filmi seyretmek zorunda mıyız?(1)
Deniz Gezmiş’lere mısır patlatır gibi bomba patlattıranlar...





Alık gibi hep aynı filmi seyretmek zorunda mıyız? Geçmiş peşimizi hiç bırakmayacak mı?
Bu bir kader mi?
Geçmişle yüzleşerek, hesaplaşarak, böylece geçmişten gerekli dersleri çıkararak bu filmden ne zaman kurtulacağız? Üzerinde darbe yazan o rezil filmi tarihin raflarına artık ne zaman bırakacağız?
Bu kısır döngü kırılmayacak mı?
Bu bir çıkmaz.
Demokrasiyle ilgili bir çıkmaz. Bundan kurtulmadan Türkiye’de demokrasinin, hukukun, insan hakları ve özgürlükler düzeninin kurulamayacağını ve yalanda yaşamaya devam edeceğimizi ne zaman öğreneceğiz?
CNN Türk’de salı akşamı Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında ‘68 kuşağı ile Deniz Gezmiş efsanesini tartışırken aklıma takıldı bu sorular.
40 yıl önce, 40 yıl sonra...
Kırk yıl önce de sağda solda gençlere bomba patlatıp darbenin yolu açılmak isteniyordu. Bu kepaze oyunun içinde ben de vardım.
Bugün de oynanıyor bu oyun.
Bir kişi, eline verilen bombaları önce Cumhuriyet gazetesine atıyor; sonra aynı kişinin eline tabanca tutuşturulup kanlı Danıştay baskını yapılıyor.
Ve Türkiye’de tıpkı kırk yıl önceki gibi bir darbe ortamı oluşturulmak isteniyor. Ve bizden daha hâlâ bu oyuna seyirci kalmamız, kayıtsız kalmamız talep ediliyor.
Tarafsız Bölge’de kırk yıl öncesine ait bazı olayları isim vermeden anlattım. İsmini vermediğim emekli subay İrfan Solmazer’di, 1960’da 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin üyesi.
Türkiye’nin 12 Mart darbesine(1971) gittiği günlerde, çalıştığım Devrim dergisinin Kızılay’daki bürosunun hemen yakınındaki Mason Derneği’nin bahçesine bize yakın devrimci gençler dinamit atmıştı. O dinamit lokumları İrfan Solmazer’in arabasının bagajında getirilmişti.
12 Mart öncesindeki cuntacılık faaliyetlerine katılmış, o tarihlerde bizim gruba yakın duran, emekli deniz subayı Erol Bilbilik, İrfan Solmazer’i şöyle anlatır:
“Bir gün Orhan Kabibay‘ın (27 Mayıs darbesinin beyin takımından emekli kurmay albay ve 12 Mart’ın içinde de yer alan CHP milletvekili, HC) evinde toplandık. Hidayet Ilgar, Talat Turan, İrfan Solmazer ve daha birçok kişi vardı. Bir ara İrfan Solmazer bana, ‘Erol, sen denizcileri ihmal etmişsin’ dedi. Kimi ihmal ettiğimi sorunca, Sarp Kuray’ı, Deniz Gezmiş’i ihmal etmişsin, hiç temas kurmamışsın. Ama ben onlara İstanbul’da, Ankara’da mısır patlatır gibi bomba patlattırıyorum’ dedi.
Başka ne yapıyorsunuz diye sorunca, İrfan Solmazer’in yanıtı şu oldu:
‘Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı filan oturtuyorum. Amerikan Büyükelçiliği’nin ön kapısının kurşunla taranmasına demokratik olarak karar veriyoruz. Emri ben veriyorum. (Deniz Gezmiş, ABD Büyükelçiliği’ni tara ve yok ol!) diyorum. Sarp Kuray’a, (Git şurayı bombala!) emrini veriyorum.
Bu işlerden Orhan Kabibay’ın mutlaka bilgisi vardı. Dolayısıyla Deniz Gezmiş’i, Sarp Kuray’ı kullandılar. İrfan Solmazer 12 Mart’a 24 saat kala Almanya’ya uçuruldu.”(*)
Devrimci gençler kullanıldı.
Darbe geldi, Demirel’i düşürdü.
Tanklarıyla solu ezdi.
Demokrasinin kolu kanadı kırıldı.
Bu arada İrfan Solmazer Almanya’ya uçurulurken, Deniz Gezmiş’ler için gerçek bir hukuk cinayeti işlenerek idam sehpaları kuruldu, Sarp Kuray’lara cezaevlerinin, işkenceevlerinin kapıları ardına kadar açıldı.
Türkiye bugün yine bir darbe sürecinde yol alıyor. 2003-2004 darbe tertipleri bir duraktı; eski deyişle akim kaldı. Geçen yıl 367 ve 27 Nisan muhtırası başka duraklardı. Şimdi bir başka durakta, Anayasa Mahkemesi kararını bekliyoruz.
Ve darbe süreci kesilecek mi, yoksa AKP kapatılarak başarıya mı ulaşacak, bilemiyoruz.
Kırk yıl önce Deniz Gezmiş’lerin devrimci heyecanını kullanarak,’Onlara mısır patlatır gibi bomba patlattırarak’ darbeye ortam hazırlamak isteyenler, bir süredir yine sahnedeler...
Hiç mi umurunuzda değil acılar?
Yine devleti kurtarmak adına demokrasinin kolunu kanadını kırmanın mı peşindesiniz?
Kırk yıl sonra hiç olmazsa Deniz Gezmiş’lerin anısını rahat bırakın. Celal Doğan’ın deyişiyle, bir deriden iki post çıkmaz!
Çekin ellerinizi Deniz’lerden!
Bütün bu yaşananlarla hepimiz yüzleşsek, hesaplaşsak, kendi sorumluluk paylarımızı içimize sindirebilsek ve daha önemlisi, darbelerden, darbecilerden hesap sorabilmiş olsaydık, Türkiye bugün hâlâ darbe süreci içinde yol alabilir miydi?
Yarın bir yazı daha...
———————————
* Erol Bilbilik, Cumhuriyet gazetesi, 10 Mart 1996, s.8. Bu alıntı için bak: Hasan Cemal, Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım, s.48, Doğan Kitap.

13 Mayıs 2008 Salı

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k: "Ülkelere hakiki demokrasi dünden bugüne gelmiyor.
Mutlaka mücadelesini vermek gerekiyor.
HİÇBİR ŞEY YAPMADILAR. YAPMIYORLAR! Tevekkül. Rehavet. Miskinlik. Biat. Kadercilik. Korkaklık. Güç Bağımlılığı. Esasında: Güçsüzlüğün/Uyuşmacılığın İçselleştirilmesi Hali.
Berbat(h) bir AKP var ‘huzurlarımızda’. Evet Kemalistler’in ‘huzuru’, o herrr bi şeyden kaçı kaçıveren huzurları kaçmamış oluyor bu sayede. Ellerini kavuşturmuş (hani o meşhuuur 367 Kararı’nı almış olan) Anayasa Mahkemesi’nin kararını bekliyorlar, kıldan ince boyunlarıyla.
Fanatik/laikçi/life-style hastası/şirret Kemalistler yatsınlar kalksınlar da Bu AKP’ye dindar oldukları için, tevekkül miskinliğiyle, biat pratiğiyle donatıldıkları için şükretsinler.
Bu büyük çoğunluk, bu ezici sayıda kitle dindar olmasaydı, afyonlu olmasaydı, ezelden beri ezik büzük ve itaatkâr olmasaydı; NAH bu kadar uzun sürerdi onların ceberut/kıymeti kendinden menkul/yarı faşist/tam devletçi Hükümranlığı!

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k
'Kemalizm Dini'
Bu durumun en somut göstergesi de 30’lu yıllarda kaleme alınan kimi çalışmalarda ve uygulamaya yansıyan örneklerde görülecekti. İbadet dilinin resmi ve zorunlu olarak Türkçe olması, camilere sıra konması, ibadetlerin müzik eşliğinde yapılması gibi ilginç denemeler ve girişimler sahneye konurken, bir yandan da işin düşünsel altyapısı oluşturulmaya çalışıldı.
1936 yılında Edirne Saylavı (Milletvekili) Şeref Aykut tarafından kaleme alınarak yayımlanmış olan “Kemalizm Dini” başlıklı bir kitap, bu konudaki dikkat çekici örneklerden birini oluşturuyor. 80 sayfalık kitap, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerin neden yapıldığını kendi bakış açısıyla tarihsel bir perspektifte verdikten sonra devrimlerin önemine güçlü bir şekilde vurgu yaparak, bütün bu gelişmelerin Türk toplumununun çağdaş uygarlık düzeyini yakalaması için gerekliliğine parmak basıyor. Ve sonunda devrimlerin ancak devrimleri özümsemiş nesiller tarafından korunup yaşatılacağına vurgu yapılarak şu ilginç saptama ile nokta konuluyor.
“Gençlik, Türklüğün dayangacı ve geleceğin biricik umududur...Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister. Bu sebeplerdir ki, onu Kemalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, onu bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister. Ta ki, Kemalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır..”

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Metafizik Özentisi

mahfi EGİLMEZ 11/5/2008

Metafizik Özentisi

Metafizik doğa ötesi anlamına gelen bir sözcük. Aynı zamanda bir felsefi düşünceyi ifade ediyor. Bazı şeylerin doğaüstü güçlerce, fizik ötesi kaynaklarca yönetildiğini ortaya koyuyor.

İnsanoğlu doğada olan her şeyi, her şeyden önce kendisinin ortaya çıkışını açıklamakta yetersiz kaldığı için metafiziğe başvuruyor. O aşamada iki seçim var: İlki bilimle açıklayamadığı şeyi orada öylece açıklanmamış olarak bırakmak, ikincisi açıklayamadığı şeyleri doğaüstü güçlere atfetmek: Yani Tanrıya bırakmak. Bu ikisi arasında bir yol daha var: Bilimin açıklayamadığı şeylere inançla katkıda bulunmak. Bu karma yolun ikinciden hemen hiçbir farkı yok. Çünkü inanç işin girdiğinde bilim biter. Bilimle inanç, kim ne derse desin, birbirinin alternatifidir. Bir şey ya bilimle açıklanabildiği kadar açıklanır, ya da inançla açıklanır. İnanç sistemi metafiziğin temelinde durur. Bilim sistemi ise fiziğin. İkisini ayıran meta sözcüğü de zaten "ötesi" anlamına gelir.

Bunu bu kadar uzun anlatmamın nedeni Türkiye'de son zamanlarda metafiziğin, bilimin yerini almaya doğru hızla ilerlemekte olmasıdır. Türk toplumu uzun bir aradan sonra bilim yolundan çıkarak yeniden metafizik alanına geri dönmüştür. Bunun birçok nedeni var. Eğitim sisteminden, siyasete, dinin siyasete alet edilmesinden reyting kaygılarına kadar pek çok neden sıralamak mümkün. Televizyon kanallarının çoğunda metafizik kurgulara dayalı öyküler getiriliyor ekranlara. Her biri sonunda bir başka Tanrı mucizesine dayanıyor. Bu kanallar bilimsel gerçeklere, araştırmalara yeterince zaman ayırsalar aldırmamak mümkün. Ama yalnızca bu tür programlar yayımlanınca bir kasıt olduğu kanısı doğuyor. Ne kastı? Toplumu bilimden uzaklaştırmak kastı. Metafizik demek hurafelere inanç demektir.

Türk toplumu tıpkı öteki Müslüman toplumlar gibi yüzyıllar boyunca hurafelerin peşinden koşmuş ve o nedenle de geri kalmış bir toplumdur. Atatürk tekkeleri, zaviyeleri, tarikatları laf olsun diye kapatmadı. Buralar metafizik hurafeler üretmekle meşgul oldukları, insanları bilimsel düşünüş çerçevesinden uzaklaştırdıkları için kapatıldı. Ne var ki bu hurafe ocaklarının hepsi yeniden açıldı ve toplumu bilimsel düşünceden uzaklaştırmaya yeniden başladı. Üstelik son derecede başarılı da oldular. Türk toplumu belki de tarihinde olmadığı kadar bilimden uzak bir konuma düştü.

Televizyon kanalları da bilimsel programlara yer verip dünyada bilimde sağlanan gelişmeleri aktarmak yerine daha çok bu tür konulara yer ayırmaya başladılar. Birçok kanalda doğaüstü mucizeler sanki gerçekmiş ve genel eğilimmiş gibi aktarılmaya başlandı. İnsanlar giderek bilimden uzaklaşır ve hurafelere inanır oldular. Bazı tanınmış kişiler de bu yaklaşıma aracılık etmeye ve bu hurafeleri gerçek gibi sunmaya başladı. Oysa onlardan beklenen şey insanları bilime yönlendirmeleri. Çünkü bu toplumun metafiziğe değil, fiziğe gereksinimi var. Her yanımız metafizik sunumlarla çevrili zaten. Bunlara bir yenisini eklemeye gerek yok.

Küçücük kız çocuklarının okul çıkışlarında başlarını örttükleri, kadınların dinsel gerekçelerle ikinci sınıf insan konumuna itilmelerine yol açan kıyafetlerin içine girmeye zorlandığı ve bunu sanki kendi tercihleriymiş gibi savunduğu, insanların her atacağı adımı "dinen caiz midir" diye sormaya başladığı bir ortamda yaşar olduk. Böyle bir ortamda topluma örnek olması gereken kişilerin çıkıp da metafizik örnekler vermesi üzücü.

Tuhaf bir şey ama düne kadar Türkiye için aykırılık metafizik idi. Artık fizik aykırılık oldu.

Kırkıncı yılında Mayıs 68

Kırkıncı yılında Mayıs 68
Birincisi: “Toplum etobur bir çiçektir”. Bizde toplumun neredeyse dokunulmazlığı vardır, sağcısı da solcusu da toz kondurmaz ona. Bu hale kim getirmiştir peki bizi? Kimisi “ne var halimizde?” diyecektir; kimi milliyetçileri, kimi sofuları, kimi de laikleri sorumlu tutacaktır. Oysa, bir toplum hangi haldeyse, ondan kendisi sorumludur: “Öteki”ler değil. Sanırım bundan, “etobur çiçek” benzetmesi uygun görünüyor bana.

İkincisi: “Asla Çalışmayın”. Fırın Sokak’taki (Rue de Four) bir duvara yazılmış bu cümleyi bizzat Guy Debord’un kurduğu ve oraya kaktığı söylenir. Doğru ya da değil, yaraşıyor bu yakıştırma.

“Asla Çalışmayın”, Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” cümlesi kadar köktenci, dolayısıyla hiçbir siyasetin benimsemeye yanaşmayacağı bir fikir sunuyor. Fransızlar, 1784 devrimini gerçekleştiren sınıfın devrimci niteliğini çarçabuk yitirdiğini (daha doğrusu geçici bir devrimcilikten muzdarip olduğunu), hızla semirmek için çalışan fakir kitleleri kullandığını Mayıs 68’e gelirken mi anlamışlardı?
Fransa, Mayıs '68

“Asla çalışmayın”, proleteryaya gönderilmiş bir mesaj değildir. Anarşist düşünce, durmuş saatı çağrıştırır ve günde bir (iki) kez doğruyu işaret eder: Burjuvaziyi sallamanın, aşağı çekmenin tek yolu “asla” çalışılmamasından geçerdi.

İşin kötüsü, tembel Fransa, bu savsözü burjuvaların baş tacı ettiğini gösteriyor, kullandıklarının değil. Emekçiler 35 saata içerliyor, 40 istiyorlar. Tüccar ve küçük esnaf durmadan tatilde, sanayiciler yöneticilerini çalıştırıyorlar zaten, düzen böyle sürüp gidiyor işte.

Mayıs 68, dayak yemeyi hak etmiş bir düzene karşı tekme tokat girişilen bir parantez oluşturmuştu. Sistem, bir daha öyle sopalanmamanın yolunu yordamını bulmakta gecikmedi. Bazı kazanımlar kalıcı oldu gene de. Hangileri mi? Bizim hâlâ kazanamadıklarımız galiba.

BUGÜN GAZETESİ - HAYAT ASLINDA BUGÜN'DEN İBARETTİR - Gülay GÖKTÜRK - Hemen şimdi!

BUGÜN GAZETESİ - HAYAT ASLINDA BUGÜN'DEN İBARETTİR - Gülay GÖKTÜRK - Hemen şimdi!
Dünyayı değiştirmek üzere yola çıkanların çoğu, özellikle siyaseten en radikal olanlar, bu radikalizmin onda birini kendi hayatlarında ortaya koyamadılar. Kendi dünyalarında hükmünü sürdüren köhne anlayışların kılına dokunamadılar. İç devrimlerini meçhul bir gelecekte gerçekleşecek olan devrime endeksleyip içlerini rahatlattılar yalnızca...

Türkiye için sosyalist ahlakı, özel hayatlarında feodal ahlakı savundular. Evlerinde karılarına ayaklarını yıkatırken, demokratik Türkiye'den söz ettiler. Özgürlüğü dillerinden düşürmediler ama, bir türlü özgür kafalı insanlar olamadılar. Özgür fikir üretmek yerine kafalarına doldurulan tabuları delme korkusuyla düşüncelerini dondurdular. Düzeni değiştirmekten söz ederken, kendileri değişmekten korktular. Toplumdaki hiyerarşik yapıları yıkmayı hedeflerken, kendi örgütlerinde en katı hiyerarşik yapılar kurdular. Sonunda öyle bir noktaya geldiler ki; fikir ve duygu dünyalarıyla, insan ilişkileriyle, gelenekleriyle, görenekleriyle, eleştirdikleri burjuva düzenin gerisine düştüler.

"Değişsin" dedikleri dünyadan daha köhne küçük dünyalar kurdular. Bu yüzden de ben, bugünün değişim isteyen gençlerine, işe kendi hayatlarından başlamalarını öneriyorum. Onlara, kendi dünyanızı değiştirmek için, meçhul bir gelecekte gerçekleşecek olan "devrimi" beklemeyi bırakın; hemen şimdi alın elinize bir süpürge, kendi dünyanızdaki pislikleri temizlemeye başlayın diyorum. Azınlıkta kalmaktan korkmadan; geleneklere, göreneklere, sevmediğiniz ilişkilere, doğru bulmadığınız fikirlere başkaldırın; kafanızdaki ve yüreğinizdeki tabuları kırıp özgürleşin diye seslenmek istiyorum. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek dönüştürücüleri, kendi dünyasında bu devrimi yapabilmiş olanlar arasından çıkacaktır.

11 Mayıs 2008 Pazar

Baş davası ahlak olan bir Müslüman sosyalist NURETTİN TOPÇU - Soner YALÇIN - Hürriyet

Baş davası ahlak olan bir Müslüman sosyalist NURETTİN TOPÇU - Soner YALÇIN - Hürriyet
Sosyalizmin tek biçiminin Marksizm olmadığını vurgulayan Nurettin Topçu,

"Ne İçin Sosyalizm?" sorusunu şöyle yanıtlıyordu:

"Yürekler acısı bir cemiyet düzeni karşısında duygusuz gönüllerde paslı vicdanların durup durup ’Ne İçin Sosyalizm’ dediklerini duyuyoruz. Her mahalleden bir milyoner çıktı ve bu zillet ilerledi. Şimdi her beldede binlerce sefalet barınırken, her köşe başında bir tanesi türeyerek kendi duygusuz ve arsız saadetleri ile övünen, Batı’nın binlerce lüksüne hayran vicdansız milyonerlerin arsızlığından nefreti insanlara öğretmek için!..

İş ahlakının ve çalışma duygusunun değerini kazanç hüneriyle mübadele ettik. Çalışmayı aşk ve ibadet sayan İslam ahlakı, kolaylıkla Amerikan pragmatizminin tilki zihniyetine feda edildi."

Topçu’ya göre sosyalizm; çiğnenmesi halinde Allah’ın da affedemeyeceğini bildirdiği kul hakkının müdafaasıydı. "Bizim sosyalizmimiz İslam’ın ta kendisidir" diyordu.

Yazımızı "çağdaş derviş" Nurettin Topçu’nun bir yazısıyla bitirelim:

"Bunlar cam arkasından sakal öperek hırka takdis etmede dindarlık var sandılar. İnsanın nefesinden şifa umdular. Medeni nikáhı eksik bulup imam nikáhında keramet aradılar. Tespih sayısında hikmet buldular. Günahları rakamlarla ölçtüler. Duaları sesli yaptılar. Merasimle ruhlarını tatmin ettiler. Böylelikle eşyanın hayatına sayıları tatbik etmekle muazzam bir dini matematik sistemi meydana çıktı. Bu matematiğe sadakat imamın şartı oldu. Dinden bütün ruh sıyrılarak kendisiyle hiç alakası kalmayan bir iskelete iman adı verildi."

BUGÜN GAZETESİ - HAYAT ASLINDA BUGÜN'DEN İBARETTİR - Gülay GÖKTÜRK - '68 Hikayeleri

BUGÜN GAZETESİ - HAYAT ASLINDA BUGÜN'DEN İBARETTİR - Gülay GÖKTÜRK - '68 Hikayeleri
Oysa 68'in bazı teorisyenlerinin ve liderleri için 1968'de olup bitenler, 27 Mayıs geleneğinin sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Onlar size o yılların hikayesini, Türkiye'nin makus talihini değiştirecek "sol" bir cunta fırsatının gün farkıyla kaybedilişinin; bu tarihi fırsatı yaratmak için fitili ateşlenen gençlerin acı kırımının öyküsü olarak anlatacaklardır.

Aynı yıllar, 68'in TİP'lisi için; seçimle işbaşına gelme hayallerinin çöktüğü; bu çöküş psikolojisi içinde sosyalist hareketin sınıf temelinden kopartılıp çıkmaz bir maceraya sürüklendiği ihanet yıllarıdır. Bu ihanettir ki, "işçi sınıfı partisinin" Sovyet tipi bir devrim yapıp, sosyalist dünyayla bütünleşme hayallerini suya düşürmüştür. Bu hikayelerin hepsi, "68'li yıllar" gerçeğinin bir parçasıdır. Çünkü hepsi aynı anda ve iç içe yaşanmış; sonunda herkes 68'i, körün fili tarif ettiği gibi, kendi tuttuğu yerden tarif etmeye başlamıştır. Peki o zaman o çok sözü edilen "68 Geleneği"ni ya da "68 Ruhu" nu tarif ederken hangi hikayeyi esas alacağız? O geleneği ya da ruhu kimin hikayesinden devşirip bugünlere taşıyacağız?

"Dünyayı değiştirmek istiyorum; hemen şimdi" Son yıllarda, gerek Türkiye, gerekse dünyadaki 68'liler arasında, "68 Ruhu" nu bu sloganla özetleme konusunda konsensus sağlanmış gibi görünüyor. "Gerçeği bulmak" gibi olmayacak bir hayalin peşinde koşmaktan vazgeçtiğime göre, gayet pragmatik bir biçimde düşünmeye çalışıyorum:

- Atatürk annesini sever miydi? Karakutu.com-Kültür Sanat

- Atatürk annesini sever miydi? Karakutu.com-Kültür Sanat
Severdi herhal, kim sevmez? Fakat aralarında ciddi bir çatışma olduğu da gerçektir.
Çünkü gümrük memuru Ali Rıza Bey'in erken ölümü üzerine Zübeyde Hanım yeniden evlenmiş, küçük Mustafa ile küçük Makbule'ye üvey baba gelmişti... Selanik Gümrük Başmüdürü Ragıp Bey... Babalarının amiri!
Ali Rıza Bey'in bir dönem memurluğu bırakıp kereste ticaretiyle iştigal ettiği de bilinir.



Hani şu son yıllarda kamuoyumuzda dağları taşları inleten Fikriye Hanım var ya, Atatürk'ün üvey babasının kardeşinin kızıdır! Yani hısımıdır, üvey kuzini sayılır...

Atatürk'ün bu olaydan dolayı Zübeyde Hanım'ı "hiç affetmediği" ve evden kaçarak askeri okula yatılı öğrenci yazıldığı da bilinir.
Sonra da ara ara, az görüştüler... İzinli çıktığı sıralarda...
Suriye cephesinden döndüğünde de Atatürk, annesinin Akaretler'deki evinde kısa bir süre kaldı. Oradan annesiyle "tartışarak" ayrıldığı, arkadaşı Salih Fansa'nın Tepebaşı'ndaki evine geçtiği, birkaç gün de o evin tam karşısında yer alan Pera Palas'ta kalıp Fansa'nın eşinin bulduğu bir kiralık eve, Şişli'de dul bayan Madam Kasapyan'ın evine çıktığı bilinir. Ünlü ev... Bahçe içinde, "müstakil", kirası çok yüksek, tam on dört lira! (Bahçe bugün kaldırım.)

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali başladı

Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali başladı
Festivalin açılış gecesine, AK Parti Ankara Milletvekili Zeynap Dağı, AK Parti İzmir Milletvekili Fatma Seniha Nükhet Hotar Göksel, AK Parti Mardin Milletvekili Gönül Bekin Şahkulubey, CHP Adana Milletvekili Nevingaye Erbatur, Vakıfbank Genel Müdürü Bilal Karaman ile çok sayıda davetli katıldı.

Gece, Cellisimma isimli müzik grubunun dinletisi ile başladı.

İnternetin fikir babası: YouTube’u yasaklamayın

İnternetin fikir babası: YouTube’u yasaklamayın
TÜRKİYE’DE YOUTUBE’UN KAPATILMASI SAÇMA
“İnternet sitelerini kapatmak kesinlikle çok yanlış. Çünkü ne kadar kapatırsanız, o kadar dikkat çeker. Zaten bu sitelere girmenin birçok yolu var. Kapatanlara sesleniyorum: Bırakın eğitimi ve zekası olan insanlar, durumu kendileri değerlendirsin.”

Anne sevgisinin şifresi çözülüyor / Yaşam / Milliyet İnternet

Anne sevgisinin şifresi çözülüyor / Yaşam / Milliyet İnternet
Demirhan, doğum yapan annelerin dokularının yenilendiğinin yapılan çeşitli bilimsel araştırmalarla ortaya konulan önemli bir gerçek olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi: "Bu dokulardaki yenilemenin, annenin, bebeğinden aldığı kök hücreler kanalıyla gerçekleştiği güçlü bir ihtimal. Çünkü, kök hücreler, insan vücudunda bulunan ve her türlü vücut hücresine dönüşebilen ana hücrelerdir. Nerede bir zedelenme veya onarım ihtiyacı varsa, oraya giderek gereken hücre tipine dönüşür ve hasarı onarırlar. Bu hücre de en fazla bebeğin kordon kanında bulunur." Demirhan, hamilelik sırasında hasarlı dokuların bebeğin kök hücreleri sayesinde onarıldığına dikkati çekerek, şunları kaydetti: "Verdiği kök hücre nedeniyle, bebeğin, doğduktan sonra da annenin vücudunda yaşamaya devam ettiğini düşünüyoruz. Yani bebeğin kök hücreleri, annenin beyninde sinir hücresi, kalbinde kas dokusu gibi çeşitli organlarında yaşamaya devam ediyor. Başka bir ifadeyle anne
bebeğini kalbinde, karaciğerinde ya da beyninde yaşatıyor. Ancak, aynı durum baba için söz konusu değil. O yüzden, anne sevgisinin, baba sevgisinden daha güçlü olduğu aklımıza geliyor." Demirhan, ilk etapta 10 anne üzerinde yaptıkları araştırmada, annenin vücudunda, bebeğine ait kök hücreleri araştırdıklarını belirterek, "eğer, bu kök hücreleri bulursak, sevginin sadece hormonal bir duyu değil, genetik kökeni de bulunduğunu ispatlamış olacağız" diye konuştu.

"BEBEK, BABADAN ÇOK ANNENİN DNA’SINI ALIYOR"

Prof. Dr. Demirhan, hücre çekirdeğinin dışında, mitokondrilerin içinde yer alan ve "mitokondrial DNA" denilen hücreleri çocuğun annesinden aldığını kaydederek, şöyle devam etti: "Baba, bir bebeğe, spermi aracılığıyla hücrelerini veriyor. Bebek, anneden de babadan da 23’er kromozom alıyor. Ancak, çekirdek içindeki DNA, hem anneden hem de babadan alınan genetik bilgiyi içerdiği halde, mitekondrial DNA, yani hücre çekirdeğinin dışındaki DNA, yalnızca anneden alınan genetik bilgileri kapsıyor. Bu yüzden, bir kişinin, anne soyu ile ilgili bir araştırma yapılırken mitokondrial DNA analizleri yapılıyor." Bazı babaların, "çocuğum çok zeki, tıpkı benim gibi" şeklindeki
sözlerine de dikkati çeken Demirhan, bir bebeğin, özellikle zeka kavramını daha çok anneden aldığını bildirdi.
Prof. Dr. Demirhan, "anne sevgisinin kaynağını bilimsel verilerle ortaya koymak" için yaptıkları araştırmanın uzun soluklu olduğunu, annede, bebeğine ait kök hücreleri bulduklarında, bunu uluslararası platforma taşıyacaklarını sözlerine ekledi.

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k
‘Komünist Manifesto’, Türkiye’de Şefik Hüsnü’nün çevirisiyle 1923’te, yani ilk yayımlanışından tam yetmiş beş yıl sonra yayımlandı

Bütün dünya işçileri, birleşiniz!
Bundan tam 160 yıl önce, şubat ayının ortalarında, Londra’nın Bishopsgate mahallesindeki gösterişsiz bir basımevinde küçük bir broşür basılmaktaydı. Broşür Almanca yazılmıştı ve Manifest der Kommunistischen Partei (Komünist Parti Manifestosu) adını taşımaktaydı. Binlerce, on binlerce broşür, Avrupa’nın ayaklanmalarla çalkalanmakta olan büyük kentlerine ulaştırıldı.
Uluslararası bir işçi örgütü olan gizli Komünistler Birliği’nin Kasım 1847’de Londra’da düzenlenen ikinci kongresi, onları gerek kuramda, gerek uygulamada yol gösterici olacak bir parti programı hazırlamakla görevlendirdiğinde, Karl Marx yirmi beş, Friedrich Engels de yirmi yedi yaşındaydılar. Marx ve Engels’in adları ilk kez 1872 Leipzig baskısında yer alacak ve bu baskıda broşürün adı Kommunistisches Manifest (Komünist Manifesto) olarak değiştirilecekti.
Marx ve Engels’in materyalist tarih anlayışını dile getiren Komünist Manifesto’da, “bütün (sınıflı) toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi” olduğu vurgulanıyor; toplumsal gelişme yasaları ele alınarak, kapitalist düzenin yerini sosyalist topluma bırakacağı, bu tarihsel rolün proletaryaya düştüğü belirtiliyordu. Proletarya iktidarı, kapitalizmden sosyalizme geçiş, mülkiyet, aile ve ulus konuları çözümleniyor; çeşitli küçük burjuva akımların kapsamlı bir eleştirisi yapılıyor; tutucu ve ütopyacı sosyalist ve komünist akımlar irdeleniyor; öbür muhalefet partileri ile Komünistler arasındaki ayrımlar belirleniyordu.
“Avrupa’da bir hayalet kol geziyor: Komünizm hayaleti” söyleriyle başlayan Manifesto, “Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecek bir şeyi yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır; bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” sözleriyle sona eriyordu.

9 Mayıs 2008 Cuma

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k Cerrah, bu söylediklerini eğer birikimlerinin ürünü olarak söylüyorsa; MYANMARA' GÖNDERİLMELİ.
Polisleri eğiten Prof. Cerrah, "1 Mayıs'ta orantısız güç kullanıldı" dedikten bir gün sonra Müdür Cerrah aldı sazı eline: Örgütler taş kullanıyor biz su. Onlar daha güçlü?

İSTANBUL - 1 Mayıs'taki polis şiddetine iki Cerrah'tan birbirine tamamen zıt yorumlar geldi. Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. İbrahim Cerrah, "Görüntülere göre orantılı güç kullanılmıyor" demişti, İstanbul Emniyet Müdürü Celattin Cerrah'ın 'güç' yorumuysa şöyle: "Örgütlerin kullandığı taş, molotofkokteyli ve sapan ile attıkları bilyelerin mi, yoksa polisin su ile gaz kullanması mı?.. Hangisi daha
güçlü?"

Prof. Cerrah: Orantılı değildi Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfının (TESEV) yayına hazırladığı 'Avrupa Polis Etiği Kuralları ve Türkiye’de Güvenlik Sektöründe Mesleki Sosyalleşme' kitabının tanıtım toplantısına katılan Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. İbrahim Cerrah, 1 Mayıs olaylarını 'akademisyen kişiğiliyle' şöyle değerlendirmişti: "5 - 6 sene önce Kadıköy’de 1 Mayıs’ta genç kız elindeki sopayla laleleri parçalıyordu. O zaman bazı gazeteciler bu genç kızın neden bunu yaptığını sorguladılar. Polis söz konusu olduğu zaman da aynı şeyi bekliyorum. O genç kıza gösterilen benzer yaklaşım burada da gösterilmeli. Bir polis neden bunu yapar? Etik ilkelerin 27. maddesine göre, orantılı güç kullanılması gerekiyor. Orada, görüntülere göre orantılı güç kullanılmıyor ve yasal ihlal olup olmadığını hukukçular bilir ama etik ihlal var."

Müdür Cerrah: Sapan mı kullansaydık?
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah'sa 1 Mayıs olaylarıyla ilgili sessizliğini Şişli'de esnaf ve muhtarlardan oluşan bir grubun ziyaretinde bozdu. Cerrah'ın değerlendirmesiyse şöyle:
"Herkesin yasalara uyması gerekir. Vatandaş nasıl uyuyorsa, sendika başkanları da mutlaka yasalara uymak zorundadır. Örgütlerin kullandığı taş, molotofkokteyli ve sapan ile attıkları bilyeler mi, yoksa polisin su ile gaz kullanması mı? Hangisi daha güçlü? Eğer polis sapan ile bilye atsa, örgütler gibi molotofkokteyli kullansa veya taş atmış olsa, bu örgütler ile aynı gücü kullanmış oluruz ama polis devletin polisidir. Devletin kendisine tanımış olduğu yetki ile su ile gaz kullanmıştır. Örgütlerin kullandığı çelik bilyeler, taşlar ve molotofkokteylleri daha etkili. Buna karşılık polis su ve gaz kullanmıştır. Bunu da işçiye kullanmamıştır. Çeşitli örgütlerin militanlarına karşı kullanmıştır." (Radikal)

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, kMEMLEKETİMDEN İNSAN! MANZARLARI:HANGİ AHLAKLA,HANGİ İNANÇLA EĞİTİLDİLERSE.....
Küçük yaşta başka bir aileye satıldı. Daha sonra geri döndü. Ağabeyinin tecavüzüne uğradı, çocuk doğurdu. Bu kez öz babası tecavüz etti, kurtulmak için kaçtığı adam onu erkeklere pazarladı

MUSTAFA İNSAN

MERSİN -Çocuk yaşta para karşılığında evlatlık verilen Ayşe, 1 yıl önce ağabeyinin kendisine tecavüz ettiğini, hamile kalıp bir kız bebek dünyaya getirdiğini, 3 ay önce babasının tecavüzüne uğrayınca kurtulmak için kaçıp nikahsız evlendiği kişinin de kendisini erkeklere pazarladığını iddia etti. İddia üzerine baba ile nikahsız eş gözaltına alındı.

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Radikal İnternet - Haber, Türkiye, yaşam, ekonomi, spor, sağlık, sanat, sinema, müzik, DVD, eğitim, kitap, çevre, gezi, dış basın, k

Hürriyet manşet atmış: ‘Atma hocam din kardeşiyiz’ diyor. Hüseyin Üzmez olayı nedeniyle İlahiyat profesörü Süleyman Uludağ’dan görüş alan Vakit gazetesine değiniyor.
Sayın Prof. Uludağ bu konunun uzmanı belli ki. Bu işin kitabını bile yazmış: ‘Sufi Gözüyle Kadın’. Kitapta verilen bilgiler pek de ruhani ve ulvi şeyler sayılamaz doğrusu.
80 yaşında bir şeyhten söz ediyor, adam 14 yaşındaki bir kızla bir gecede 60 kez cinsel ilişkide bulunmuş. Sonra da kıza dönüp, ‘Sana acımasam 100 kez bile yapardım’ diyerek rekorunu kırabileceğini söylemiş!
Ne yakası açılmadık bilgiler var kitapta: 120 yaşında olduğu halde bir kızın bekâretini izale edenler, 1000 kadını bir gecede hamile bırakan peygamberler...
Buna benzer bir öykü Mevlana’ya atfen anlatılır. Mevlana da uzun mesafe koşucusu olmalı ki bir gecede 75 kez seviştiği kadın, ancak evin damına çıkarak canını kurtarabilmiş!
Buna benzer menkıbeler her zaman anlatılır, bundan sonra da anlatılacaktır. İnanan olur, gülüp geçen olur. Rahmetli Uğur Mumcu, Mevlana’yla ilgili öyküyü arada bir köşesine alarak kafa bulurdu.
Hürriyet gazetesi de konuyu bilimsel açıdan sorgulamış, soruşturmuş, saygıdeğer bilim adamlarımız da, “Aman efendim, olur mu böyle şey” demiş, “60 kez mümkün değil.”
İyi de bunu bilmek için bilim adamı olmak gerekmez ki. Sıradan bir insan bile bunu bilir.
Asıl sorgulanması gereken şey, olaya sayın Uludağ gibi bakan kişilerin nasıl olup da profesör unvanı edinip üniversitelerde yeni kuşakların yetişmesinde görev aldıklarıdır.
Kuşkusuz ki çok değerli ilahiyat hocalarımız var. Geçmişte oldu, hâlâ da ders veren, kitap yazan kişiler bunlar.

8 Mayıs 2008 Perşembe

Mahcup kapitalizmle vahşi kapitalizm arasına sıkışan Türk burjuvazisi - Eyüp CAN - Hürriyet

Mahcup kapitalizmle vahşi kapitalizm arasına sıkışan Türk burjuvazisi - Eyüp CAN - Hürriyet
Mesajı gayet net: "Büyük şirketler için asıl servet piramidin alt kısmında. Yani günde 2 doların altında gelirle yaşayan 4 milyarlık nüfusta. Bütün mesele bu geniş kitleye uygun yenilikçi iş modellerini nasıl geliştireceğiz?"
Nasıl mı?
Bir kere yoksulları yoksul gibi görmekten vazgeçeceğiz, çünkü aslında ticari bir pazar olarak baktığınızda değiller. 4 milyarlık nüfusu 2 dolardan bile hesaplasınız 8 milyar dolarlık bir pazar eder. Amerika dışında hangi ülkenin tek başına milli geliri bu kadar eder! İkincisi sadece bağış ve yardımla yoksulluk sorununu çözebileceğimiz illizyonundan vazgeçeceğiz.
Yoksulluğun çözümü yoksulları onurlarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan iyi müşteriler olarak görmeye başladığımızda başlayacak. Böylece hem şirketler pazarı büyütüp daha fazla kar edecek hem de yoksulluk azalacak.
Prahalad öylesine iddialı ki önyargıları bir kenara atıp kitapta anlattığı şirket hikayelerindeki gibi yenilikçi modeller geliştirilirse 2020 yılında 4 milyar insanın altta ezildiği piramit modelinin üstte ve altta az sayıda insanın bulunduğu pırlanta modeline dönüşebileceğini ileri sürüyor.
İşin ilginci bu lafları sadece kağıt üstünde dile getirmiyor.
Yoksulluğa piyasa mantığı ve yenilikçi bakış açısıyla yaklaşan şirketlerin nasıl kârlarına kâr katığını uzun uzun anlatıyor.
Nasıl mı? Anlamaya ve anlatmaya devam.
Şimdilik şunu söyleyeyim yoksulluğun çözümü Marksizm’de değil.
Türk burjuvazisinin zannettiği gibi "mahcup" ya da "vahşi kapitalizmde" de değil.
İkisinin arasında bir yerde.
Prahalad buna piramidin altındaki devasa serveti görüp çıkarabilen "yenilikçi kapitalizm" diyor.

“Türkiye İran olabilir”

“Türkiye İran olabilir”
İDEOLOJİ SİNSİDİR
“Bizim deneyimimiz kötü bir deneyimdi. Türkiye’de kadınlar ve başörtüsü konusundan bahsedeceksiniz, şunu dikkate almalısınız: İdeoloji, yavaş yavaş her şeyi kontrol altına alır. İran’daki devrim İslam devrimi olduğu kadar, kadın haklarına karşı bir devrimidir ve siyasidir.

İran’da vücudunuzun bir parçası açık görüldüğünde günah sayılıyor. Fakat yasak, durumun palazlanmasına yol açıyor ve daha fazla kadın “seksi” görünmek istiyor. Bir toplumun Müslüman olması, sağlıklı olduğu anlamına gelmiyor.

Bize önce ‘İster takın, ister takmayın, serbesti var’ dediler. Fakat önce devlet dairelerine, sonra diğer resmi dairelere ve kamusal alanın her noktasına bunu yaydılar.

Türkiye’de bununla ilgili gözü açık davranmalısınız. Hükümet laik olduğunu söylüyor ve insanlar takıp takmamak konusunda gerçekten serbest bırakılıyorsa, bunu desteklerim. Bu kişinin kendi özgürlüğü olmalı. İran’da da, Türkiye’de de bu demokratik olgunluğa erişilmesi dileğim.”

Türkiye kısmen özgür / Dünya / Milliyet İnternet

Türkiye kısmen özgür / Dünya / Milliyet İnternet
ABD merkezli sivil toplum örgütü Freedom House tarafından önceki gün yayımlanan “Kötünün Kötüsü: Dünyanın En Baskıcı Rejimleri 2008” adlı raporda, 193 ülkeden 43’ünün “özgür olmadığı”, 60’ınınsa “kısmen özgür” olduğu belirtildi. Türkiye de “kısmen özgür” ülkeler arasında yer aldı.
2007 yılında en özgür olan ülkelere 1 puan, en baskıcı olanlaraysa 7 puan verilen raporda, hem siyasi haklar hem de insan hakları alanlarında 3’er puan alan Türkiye, “kısmen özgür” sayıldı. Ancak Türkiye’de hak ve özgürlükler konusunda ilerleme yönünde bir eğilim olduğu belirtildi.

En baskıcı rejimler...
Freedom House’un raporunda, dünyanın en baskıcı rejimlerinin Küba, Libya, Myanmar, Kuzey Kore, Somali, Sudan, Türkmenistan ve Özbekistan olduğu bildirildi. Çeçenistan ve Tibet de, “halkın yoğun baskı altında bulunduğu” bölgelerin ilk sıralarında yer aldı.
Bu ülke ve bölgelerde, “günlük yaşam üzerindeki devlet kontrolünün yaygın olduğu, bağımsız örgütlerle siyasal muhalefetin yasaklandığı veya baskı gördüğü, bağımsız düşünce ve eylemlerin cezalandırılması korkusunun günlük yaşamın bir parçası olduğu” ifade edildi