30 Haziran 2008 Pazartesi

SEARCH-EARN ÇIĞ GİBİ BÜYÜYOR

Büyük umutlarla kurulan Search-Earn meyvelerini fazlasıyla vermeye başladı. Etkili referans sistemi ve güvenilir yapısı ile oldukça farklı bir para kazandırma sistemine sahip Search-Earn'de reklamlara tıklayarak kazanmanın yanında çok daha ilginç etkinlikler de düzenleniyor. 1.000.000 USD ödüllü Supermania yarışması bunlardan sadece biri. Son derece güvenilir bir yapıya sahip sistem kazançlarını çoktan dağıtmaya başladı bile.

Bu büyük yolculuktan uzak kalmayın, erken davranın ve kazananlardan olun. Herhangi bir fırsat treni için her zaman deriz ya "atı alan Üsküdar'ı geçti" diye. İşte şimdi atlar ağılda bağlı iken birini siz alın. Bu sisteme erken giren ve grubunu büyüten gerçekten çok kazanacak.


Sistem, günlük internet kullanım alışkanlığınızı değiştirmemeyi hedeflemektedir. Anasayfa oldukça sadedir ve daima da öyle kalacaktır. Aramanızda, hangi motoru tercih ederseniz, o sitenin sayfasında aramanız gerçekleştirilir. Aradığınız kelimeye herhangi bir reklam metni atanmamış ise direkt olarak arama motoruna yönlendirilirsiniz. Eğer, aramış olduğunuz kelimeye atanmış bir reklam var ise, öncelikli olarak ekranda o reklam metni görürsünüz. Reklam metni, aramanızı karşılamıyor ise, arama motoruna yönlendirilirsiniz.


Üye olmak ücretsiz ve kolaydır.


KAYIT OLURKEN MUTLAKA AŞAĞIDAKİ LİNKTEN KAYIT OLUN...
http://www.search-earn.com/sevdor

29 Haziran 2008 Pazar

Darbeciler buyrun, sizi bir adım öne alalım

Malatya’da dün bir ilk yaşandı. Ortak Akıl Hareketi’nin düzenlediği mitingde 10 binden fazla kişi, “Darbeciler bir adım öne çıksın”, “Millet ne derse o”, “Her şey millet için” gibi pankartlarla, demokrasi dışı yöntem ve arayışlara karşı ortak aklın sesini yükseltti

Ortak Akıl Hareketi’nin Malatya’da düzenlediği mitingde 10 bini aşkın kişi, demokrasi dışı yöntemleri eleştirerek, “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” dedi.
Kernek Meydanı’nda yapılan mitinge Adıyaman, Kahramanmaraş, Batman ve Elazığ gibi çevre illerden de yoğun katılım oldu. Mitingde ilk olarak vatandaşlar Malatya Belediyesi Mehteran Takımı’nın gösterisini izledi ve söylenen türkülere eşlik etti.

DÖVİZLERİN DİLİ • Türk bayraklarının taşındığı mitingde üzerinde, “İnanca saygı başörtüsüne özgürlük”, “Darbeciler bir adım öne çıksın”, “Millet ne derse O”, “Hemen şimdi kesintisiz adalet” ve “Herşey millet için” yazılarının yer aldığı dövizler dikkat çekti.

DEMOKRASİ DIŞI YÖNTEMLER • Ortak Akıl Hareketi Genel Koordinatörü Ayhan Ogan ve Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu’nunda katıldığı mitingte konuşan Eğitim Bir-Sen Malatya Şube Başkanı Şahin Kayaduman, yaptı. Kayaduman, bu meydanda seçimlerin göstermelik olmadığını göstermek için toplandıklarını söyledi.
Oyla iktidara gelemeyenlerin demokrasi dışı yollarda iktidara gelmek istediklerini belirten Kayaduman, seçimin ve demokrasinin temel kural olması gerektiğinin altını çizdi.

İki evladını yitirmiş bir annenin hazin öyküsü

Menekşe Kaya: Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldüğünde 14 yaşındaydı. Lise öğrencisiydi. Koray Kaya: Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldüğünde 12 yaşındaydı. Ortaokula gidiyordu.

Kardeştiler. Cesetleri birbirine sarılmış halde bulundu. Baba ve anneleri; İsmail-Hüsne Kaya iki yıl sonra bebek yaptılar: Adını Menekşecan koydular. Ancak evdeki yangını, Menekşecan’ın doğumu da söndüremedi. Sivas-Madımak vahşetinin, ailesini nasıl paramparça ettiğini Hüsne Kaya anlatıyor.

"HANİ hikáyelerde vardır ya; deseler ki bana ’Hayatta ne istersin?’ diye. İki şey isterim; biri kızım Menekşecan’ın mutlu olmasını; diğeri ise...(yutkunuyor), Menekşe’m ile Koray’ımı rüyamda görmek isterim. Menekşecan, yavrularımı kaybettiğimde daha doğmamıştı, ama o rüyasında görüyor. Bir ben göremiyorum. Görsem de çok uzaktan görüyorum; bağırıyorum, ’Gitmeyin, ben sizin yanınıza geliyorum’ diyorum. Suyun, gölün bir yakasında yavrularım, bir yakasında ben. /_np/3083/5893083.jpgYüzlerini seçemiyorum. Sesimi duyuramıyorum. ’Çok üzülüyorsun, ondan rüyanda göremiyorsun’ diyorlar. Bilmiyorum ondan mı? Keşke rüyama girseler; onları görmeyi o kadar çok istiyorum ki...

Gözümün önüne hep aynı görüntüleri geliyor. Bu şimdi oturduğumuz gecekonduyu yaptığımız yıl, 1988 Eylül ayıydı. Gecekondu yapmak zordu; daha önce yapılan birkaç ev olaylı bir yıkımla yerle bir edilmişti; hatta yıkım sırasında evin içinde kalan iki kız çocuğu da ölmüştü. Biz bu gecekonduyu akrabalarla bir gecede korka korka yaptık. O gece Menekşe ve Koray minik elleriyle kerpiç taşıdılar. Seyyar lambanın aydınlattığı el arabasının içinde birbirleriyle şakalaşarak uyumaları gözümün önünden hiç gitmiyor. Bir tek bunu hatırlıyorum ben.

Birbirlerine sarılıp gittiler

Her evde vardır; çocuklar birbirini kıskanır; çocukça nedenlerle didişirler. Menekşe ile Koray da öyleydi. En çok aynı odada yatmamak için kavga ederlerdi. Menekşe, ’Koray erkek çocuk, başka odada yatsın’ derdi. İki göz odamız vardı, nerede yatacak ise... Menekşem kızardı, ama soğuk kış gecelerinde Koray’ı yatağına alıp, sarıp sarmalayıp, ısıtarak uyuturdu. Anne derdi, ’Koray ile yattığımda ben de hiç üşümüyorum.’ Ölüme de, üşümemek için birbirlerine sarılıp gittiler.

Odada iki ayrı kanepede yatarlardı. Her gece kalkıp üzerleri açıkta kalmış mı diye kontrol ederdim. Yavrularımı kaybettikten sonra da her gece kalktım; odaya girip baktım ama kanepeler boştu. Çok acı çektim. Sonra cennette birbirlerine destek oluyorlardır diye teselli buldum. O kanepelerde şimdi Menekşecan uyuyor; Menekşecan için kalkıyorum geceleri...
/_np/3085/5893085.jpg
Sivas katliamından aylar sonra tekrar çocuk sahibi olmak istedik. Anıları yaşatmak istedik. Tek çaremiz oydu. Başka çaremiz yoktu. En azından bize can olur; güneş gibi doğar evimize dedik. Az da olsa yavrularımızın acısını kapatır diye düşündük. Katliamdan 16 ay sonra, 3 Ekim 1994’te dünyaya geldi, Menekşecan. Menekşe kızımın adıydı. Can’ı da ölen canlar için koyduk...

Menekşecan bana hayat verdi

Kızım Menekşecan doğdu, dünyalar benim oldu. Ancak doğum hiç de kolay olmadı. Benim stresim yüzümden sorunlar çıktı; minicik kızım doğar doğmaz iki kez ameliyat olmak zorunda kaldı. Yaşayıp yaşamayacağı günlerce belli olmadı. Ama tüm sıkıntıları attı; şimdi çok güzel bir genç kız oldu. Eğer Menekşecan’ı kaybetseydim bugün hayatta olur muydum bilmiyorum...

İki odalı bu gecekonduda kızım Menekşecan’la birlikte yaşıyorum. (Eşim) İsmail gitti, bir kadınla evlendi. Gittiğinde Menekşecan üç yaşındaydı. Kimseye kızmıyorum. Yaşadıklarımız pek kolay şeyler değil. Herkes kendi yoluna gitti; kendine yeni bir hayat kurmak zorunda kaldı. Ben bugün kendi hayatımı kızım Menekşecan için yaşıyorum. Kızımı okutmak için var gücümle ayakta durmaya gayret ediyorum. Bilkent Üniversitesi’nde sözleşmeli temizlik görevlisi olarak çalışıyordum; sendika istedik diye attılar. Evlere temizliğe gidiyorum; el işleri, iğne-oya yapıp satıyorum, kimseye muhtaç olmamaya çalışıyorum. Bir de babadan nafaka geliyor. Tek korkum 20 yıllık gecekondumuzun bir gün yıkılması...

Adını değiştirecekti

Bir-iki yıl öncesine kadar Menekşecan adını dert ederdi; ’Can, erkek ismi, büyüyünce Can’ı adımdan sildireceğim’ derdi. Herhalde okulda arkadaşları filan alay ediyordu, bilmiyorum. Kızardım, yapma kızım senin adının manevi değeri çok büyük, bir gün anlarsın diye anlatırdım. Artık son iki yıldır bu konuyu pek açmıyor, 2 Temmuz’u anma toplantılarına gidiyor; alıkoymaya çalışıyorum dinlemiyor. Bana rüyasını anlatıyor. ’Tanımadığın ablanı, ağabeyini rüyanda nasıl görürsün’ diyorum. ’Anne’ diyor, ’Bir yere varıyorum herkes orada, bana ne duruyorsun, sen de gel diyorlar. Gidip ablamın yanına oturuyorum. Yanında Asuman Abla, Yasemin Abla, Yeşim Abla var, hepsini tanıyorum. Hepsi allı yeşilli giymişler, saz çalıp semah oynuyorlar. Hepsinin yüzünde gülümseme var.’ O böyle anlattıkça susuyorum, bir şey diyemiyorum. Koray’ım küçücüktü ama çok iyi saz çalardı. O çalardı ben de türkü söylerdim. Menekşem ise semah oynardı. O kadar çok özledim ki kokularını, seslerini, sımsıcak bakan gözlerini. Bir gün benim de rüyama girecekler diye avutuyorum kendimi. Ama 15 yıldır yoklar işte..."

Radyoda Koray adını duyunca...
/_np/3087/5893087.jpg
"BİZ ailece bir yıl önce; 1992’de de şenliklere gitmiştik. O yıl Banaz’daki şenliği Menekşe ve Koray çok sevmişti. Menekşe ve babası semah grubundaydı. Bir yıl sonra yine gülüp eğleneceğiz diye ailece Sivas’a gittik. Ankara’dan hareket eden iki otobüstük; çocuklar Menekşe ve Koray diğer otobüsteydi. Sivas’a geldiğimizde Koray’ı yanımıza alarak akrabamızın evine geçtik. Menekşe, arkadaşlarıyla DSİ misafirhanesinde kaldı...

Şenliklerin ilk günü her şey iyiydi. Buruciye Medresesi’nde sergiler, imza günleri, söyleşiler yapıldı. Herkes pırıl pırıldı. Akşam eşim İsmail’in de saz çaldığı Halk Gecesi yapıldı. O gece babasının kaza sonucu sazının kırılması Koray’ı çok üzdü; konserleri dinlemeden salondan ayrıldık. Oğlumla sarılıp uyuduk. Nereden bilirdim son gecemiz olduğunu...

Yobazlar saldırdı

Sabah Koray, babasıyla kırılan sazı yaptırmaya gitti. O sabah içimde anlam veremediğim bir yangın vardı; midem ağrıyor; canım sıkkındı. Amcamın kızı Emine’ye rahatsız olduğumu söyledim, ’Yoldan geldin, uykusuzsun ondandır’ dedi. Çocuklarla Kültür Merkezi’nde buluşup Banaz’a geçecektik; şenlikler orada devam edecekti. Valizleri yanıma alıp Kültür Merkezi’ne gittim. Koray da benden az önce babasıyla Kültür Merkezi’ne gelmiş, Aziz Nesin’le fotoğraf çektirmiş, sonra ablası Menekşe ile semah grubunun öğle yemeğini yediği Cumhuriyet Lokantası’na gitmiş. Biz babalarıyla Kültür Merkezi’ndeydik.

Kültür Merkezi’ne nereden geldiğini anlamadığım, sakallı, terlikli, cüppeli koca koca adamlar bağırıp çağırarak bizi taş yağmuruna tuttular. Bahçeden binanın içine doğru kaçtık. Kalabalık ne bulursa parçalıyordu; kitaplar, resimler, çelenkler, ne bulurlarsa...

Kamber Çakır, İsmail’e yardım çağırmasını söyledi, İsmail gitti, onunla da koptuk. Yobazlar merkezin içine doğru geliyordu artık. Yediğim taş sonucu bayılmışım. Zaten bu taşları yiyip bayıldıktan sonra neler olduğunun pek farkında değilim. Ama yine de o yobazları bugün görsem tanırım, gözlerimin önünden hiç gitmiyorlar. Biliyorum, yavrularımızı onlar öldürdü...

Öldüklerini söylemediler

Kültür Merkezi’ndeki olaylardan sonra amcamın torunu, beni evlerine götürmüş. Kendime geldiğimde çocukları sordum; ’Madımak Oteli’nde güvendeler’ dediler. Lokantadan sonra Madımak Oteli’ne gitmişler. Babaları Ali Baba Mahallesi’ndeymiş, o da iyiymiş. İçimde hálá bir ateş var. Beni zorla yatırıp uyuttular. Geceyi nasıl geçirdim bilmiyorum.

Sabah erkenden kalktım, balkona çıktım. Amcamgillerin evi Türk-İş Blokları’ndaydı, Sivas’ı yukarıdan görüyordu. Şehrin ortasında bir duman yükseliyordu göğe doğru. Ne olduğunu sordum, ’Bilmiyoruz, bir yangın çıktı herhalde’ dediler. Evdekiler gece olayları öğrenmişler aslında; Menekşe’min, Koray’ımın öldüğünü biliyorlarmış...

Ben her şeyden habersizim; çocuklarıma kavuşmak istiyorum bir an önce. Sonra beni hastaneye götürdüler, iğne vurdurdular. Ben hálá anlamış değilim neler oluyor, sersem gibiyim. Eve geldik, olaylar hakkında biraz bilgi vermeye başladılar. Koray ve Menekşe’nin babalarının yanında olduğunu söylüyorlar...

Evin bir köşesinde yatıyorum, iğne beni iyice sersemletti. Evde yeğenlerim, kuzenlerim, akrabalar radyodan haberleri dinliyor. Birden kadın spikerin ’Koray’ dediğini duydum; bağırdığımı hatırlıyorum...

Koray’ım için çabalamışlar

Çocuklarımı aniden kaybettim ben. Morga gittim mi, yavrularımı gösterdiler mi hatırlamıyorum. Söylediklerine göre sadece bağırıyormuşum. Ne ağlıyor ne de başka bir şey yapıyormuşum; sadece bağırıyormuşum. Cenazelerin kalktığını filan hiç hatırlamıyorum. Robot gibiydim herhalde. Tek hatırladığım; Ankara’da Pir Sultan Abdal Derneği önünde bir grup genç kız mum yakarken, onlardan birini Menekşe sanıp, koşup sarıldım...

Bir ay sonra aklım başıma geldi. Ona da akıl denilirse? Zorla yemek yediriyorlardı. Ben sürekli sesleri duyuyordum ama ne dediklerini pek anlamıyordum. Sürekli yatıştırıcı iğne yapıyorlardı. Deliririm diye çok korkmuşlar...

O günlerde nasıl ölmediğime bugün hálá şaşırıyorum. Koray’ımın sinüziti vardı; ’başım’ deyip yüzünü ekşittiğinde benim kalbim yerinde duramayacak kadar atardı. Paniklerdim bir şey olacak diye. Menekşe’m sarılık geçirdiğinde neler yaşadığımı ben biliyorum. Ama nasıl oluyor da, iki canımın kaybına rağmen ölmedim; işte buna şaşırıyorum. Şimdi beni hayata Menekşecan’ın bağladığını biliyorum; peki ya o yokken ben nasıl ölmedim...

Psikolog vardı, yanımda ilk dönemler. Aylar sonra Sivas’taki meslektaşlarının söylediklerini anlattı; Koray’ımı yaşı daha küçük diye kurtarmak için çok uğraşmışlar, ’Bu çok küçük, bari bunu kurtaralım’ demişler, olmamış işte. Yavrularım, abla-kardeş birbirlerine sarılıp gittiler.

Hiç öyle sakinleştirici sözler söylemeyeceğim kimseye; o gün Madımak Oteli önünde, maksadı ne olursa olsun bulunan herkes, 14 yaşındaki Menekşe’m ile 12 yaşındaki Koray’ımın ölümünden sorumludurlar. Benim yüreğim yanıyor, umarım onların da vicdanı sızlıyordur. Ama hiçbirinin evlatlarını kaybetmesini istemem yine de; evlat acısı başka..."


Soner YALÇIN 29/6/2008

28 Haziran 2008 Cumartesi

Bir Türk neye bedel?

Devleti kim kurar?

Ulus...

Nasıl?

Bir ırk önce kendinin ulus olduğunun bilincine varır...

Ardından siyasallaşır...


Sonra devletleşir... Ve ‘ulus-devlet’ tanımına ulaşılır... İmparatorluklar ardından burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki ‘ulus-devlet’ örgütlenmeleri, genellikle bu şekilde gerçekleşmiş...

***

Bizim buralarda nasıl olmuş?

Osmanlı İmparatorluğu’nu terk edenler etmiş...

Geriye Anadolu’da terk edemeyenler kalmış...

Ve birçok farklı etnik gruba mensup Müslümanlar ‘Türk’ kimliği etrafında ‘devlet’ tarafından toplanmış...

Avrupa’daki ‘ulus-devlet’ biz de ‘devlet-ulus’a dönüşmüş...

Orada uluslar devletleri kurarken, biz de devlet ‘ulus’ yaratmaya koyulmuşuz...

‘Bir Türk cihana bedeldir’ lafı o zorlu dönemin bir moral depolama üslubudur...

***

2008 itibariyle, peki ‘bir Türk’ neye bedel?

Bir Lüksemburglu’nun yedide birine bedelmiş...

Tersten söylersek, yedi Türk bir Lüksemburglu ediyormuş...

***

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)...

Eurostat ve OECD işbirliğiyle yürüttüğü ‘satın alma gücü paritesi’ne göre Avrupa’daki 35 ülkeye ilişkin kişi başına gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) 2007 yılı geçici tahminleri açıklanmış.

Söz konusu tahminler, 27 AB ülkesi...

3 aday ülke (Türkiye, Hırvatistan ve Makedonya)...

3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç) ile...

2 Batı Balkan ülkesi (Arnavutluk ve Sırbistan) olmak üzere toplam 35 ülkeyi kapsıyor.

***

2007 yılı geçici tahminlerine göre, 35 ülke için karşılaştırıldığında; Lüksemburg’un en varlıklı, Arnavutluk’un en yoksul ülke olduğu ortaya çıkmış.

Türkiye ise 2007 yılı için AB 27 ortalaması 100 olan kişi başına milli gelir değeri üzerinden 42 kişi başına hacim endeksi ile 29’uncu sırada yer aldı.

Türkiye, AB-27 ortalamasının yarı düzeyine bile ulaşamazken, Avrupa bölgesindeki 35 ülke içinde en varlıklı ülke konumundaki Lüksemburg, Türkiye’nin yedi katı daha zengin...

Geçen yıl hesaplama yöntemi değişikliğiyle milli gelir hacmi eskiye göre kağıt üzerinde yaklaşık yüzde 35 daha büyük çıkmasına rağmen, Türkiye’nin satın alma gücü paritesine göre kişi başına GSYH’sinin, AB-27 ortalamasına göre yüzde 58 daha düşük olduğu görüldü.

Romanya 41, Bulgaristan 38 ile AB ortalamasının yanı sıra Türkiye’nin düzeyinin de altında çıktı. AB dışında yer alan Sırbistan 35, AB’ye üyelik sürecindeki Makedonya 29 ve yine AB üyesi olmayan Arnavutluk 22 ile Türkiye’den daha yoksul diğer üç ülkeyi oluşturdu.

***

Gelir düzeyinde Lüksemburg’u 184’le EFTA üyesi Norveç izlerken, AB üyesi İrlanda 146 ile üçüncü oldu.

Yunanistan’da 98, Kıbrıs Rum Kesimi’nde 93, Slovenya’da 89, Çek Cumhuriyeti’nden 82, Malta’da 77, Portekiz’de 75, Estonya’da 72, Slovakya’da 69, Macaristan’da 63, Litvanya 60, Letonya 58, Polonya 54’le ortalamanın altında kaldı.

Biz tüm bu ülkelerin ardından gelmekteyiz...

***

Erken Cumhuriyet döneminin dopingli sloganı 2008 yılı itibariyle ‘satın alma paritesine’ göre sihrini çoktan kaybetmiş gibi görünmekte...

Acaba Cumhuriyet’in 100. yılında ‘bir Türk satın alma paritesine göre de cihana bedeldir’ diyebilir miyiz? Ya da demeyi hedefler miyiz...

Eğer dersek,bugün itibariyle rakibimiz Lüksemburg olacak..

Çünkü şimdi yedi Türk ancak bir lüksemburglu ediyor...

Milliyetçilik...

Ulusçuluk... Ulusalcılık...

Tüm bunları biraz da ‘satın alma paritesine’ göre kişi başına gelir açısından tartışsak da, cidi ciddi neler yapılabileceğini konuşsak...

Ve hamaset açısından cihana bedel Türk’ün, satın alma paritesiyle kişi başına gelirde neden nal topladığını tespit edip, bu konuya yoğunlaşsak..

Elektrik zammının herkesin belini büktüğü, asgari gelirin de ancak yüzde 5 artabildiği ve büyük yığınların geçim derdiyle yanıp kavrulduğu Türkiye için çok daha anlamlı ve gerekli olmaz mı?
MEHMET ALTAN 28/06/2008

26 Haziran 2008 Perşembe

- Ayşe Hür: İzmir Suikastı ve muhalefetin tasfiyesi Karakutu.com-Kültür Sanat

- Ayşe Hür: İzmir Suikastı ve muhalefetin tasfiyesi Karakutu.com-Kültür Sanat

Son Nefeste Acı Sözler

İdamlar, 13/14 Temmuz 1926 günü geceyarısı başlamış, saat 03’e kadar sürmüştü. Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi suikast yapmayı planladıkları Gaffarzade Oteli’nin köşesinde, diğerleri Hükümet Meydanı, Sarı Kışla’nın önü ve Deparak civarında idam edilmişlerdi.

Ziya Hurşit, “...hürriyetsiz bir memlekette yaşamaktansa, namusuyla ölmek daha hayırlıdır” diyerek idam sehpasına yürürken “Kılıç Ali burada mı” diye sormuştu. Kılıç Ali de görünmemek için yere çömelmişti. Cellât Ali’nin “Aman beyim... vakit geçiyor, çabuk ol” densizliğine “Acelen ne be kuzum, telaş etme... ölecek ben değil miyim? Gidiyorum işte... Hadi Allahaısmarladık” diye cevap verdikten sonra soğukkanlı bir edayla sehpaya yönelmişti.



* * *

KANUNİ FAKAT HUKUKİ DEĞİL

Cumhuriyetin ilk döneminde rejime muhalefet edenlerin tepesinde ‘Demokles’in Kılıcı’ gibi sallanan İstiklal Mahkemeleri, kanunla kuruldukları için yasaldılar ancak hukuki değillerdi. Çünkü, mahkeme heyeti hukukçulardan değil, meclis üyeleri arasından oy çokluğuyla seçiliyordu. Sanıkların avukat tutmaları, şahit çağırmaları veya temyize gitme hakları yoktu. Sanıklar genel hukuk prensiplerinin tersine, suçsuz olduklarını ispatlamakla yükümlüydüler, bunu yapıncaya kadar suçlu kabul ediliyorlardı. Kararlar delillere göre değil, her açıdan ‘sorumsuz’ kılınmış olan hâkimlerin vicdani kanaatine göre verilirdi ve temyiz edilemezdi. Verilen cezalar (idam dahil) derhal infaz edilirdi. Faaliyette bulundukları dönemde 67 bin kişinin yargılandığı ve (asker kaçakları hariç) yaklaşık 1.700 kişinin idama mahkûm edildiği İstiklal Mahkemeleri 4 Mart 1927’de hukuken sona erdiler ancak kuruluş kanunu ve ekleri 1949’e kadar yürürlükte kaldı.

KISSADAN HİSSE

Manevi etkileri günümüze kadar süren bu mahkemelerin gördüğü en önemli dava 14 Haziran 1926’de İzmir Valiliği’ne yapılan bir ihbarla ortaya çıkan ve tarihe İzmir Suikastı olarak geçen olayın zanlılarının yargılanmasıydı. Dava, Cumhuriyetin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın 3 Haziran 1925’de, Şeyh Said İsyanı ile ilişkilendirilerek kapatılmasından sonra muhaliflere karşı verilen mücadelenin son aşamasını teşkil etti. Suikasta karışanları cezalandırmak bahanesiyle yargılamanın çerçevesi öylesine genişletildi ki, iki ay içinde Mustafa Kemal’e muhalefet eden tüm kadrolar tasfiye edildiler. Sistemin iliklerine işlemiş hukuk dışılığın kökenlerini kavramak açısından bu davanın önemli olduğunu düşündüğümden bu hafta 26 Haziran-13 Temmuz 1926 arasındaki İzmir yargılamalarını, önümüzdeki hafta ise 2 Ağustos-26 Ağustos 1926 arasındaki Ankara yargılamalarını ele alacağım. Merak edilmesin, ‘Ermeni Meselesi’ ve ‘arşivler’ konusunu unutmuş değilim...

GİRİTLİ MOTORCU ŞEVKİ’NİN İHBARI

Halkın nabzını tutmak amacıyla bir yurt gezisine çıkma kararı alan Mustafa Kemal, 8 Mayıs 1926’da Ankara’dan ayrılıp Konya, Tarsus ve Mersin ’e gelmiş, Taşucu Bucağı’ndaki çiftliğinde beş gün kaldıktan sonra, 16 mayısta Adana’ya, 18 mayısta tekrar Konya’ya, 20 Mayıs 1920’de Bursa’ya, 13 haziranda da Balıkesir’e geçmişti. Tam 14 haziranda İzmir’e doğru yola koyulacağı sırada İzmir Valisi Kazım (Dirik) Bey’den bir telgraf almıştı. Telgrafta “şahs-ı devletlerine karşı tertip edildiği anlaşılan mel’unane bir suikast teşebbüsü ortaya çıkarılmış olduğundan” İzmir’e hareketlerinin ertelenmesi rica ediliyordu.

Valiliğe yapılan ihbara göre eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit, eski İttihatçı subay Sarı Efe Edip ve üç tetikçi Kemeraltı’nda Mustafa Kemal’i öldürmeyi planlıyorlardı. Suikastçıları Sakız’a kaçıracak olan Giritli motorcu Şevki, suikast günü yaklaşırken, Sarı Efe Edip’in gizlice İstanbul’a gitmesinden şüphelenerek olayı ihbar etmişti Giritli Şevki’nin verdiği bilgiler ışığında ilk tutuklanan Gaffarzade Oteli’nde kalan Ziya Hurşit oldu. Adli Kısım Amiri Mehmet Ali Bey’in “teslim ol ve derhal ayağa kalk” talimatına hiç karşı koymadan uyan Ziya Hurşit, memurlara karyolasının altındaki bombalarla silahları kendi elleriyle teslim etmişti. Galip Paşa Oteli’nde kalan tetikçiler Çopur Hilmi, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf da benzer şekilde yakalanmışlardı. Sarı Efe Edip ise İstanbul’da Bristol Oteli’nde tutuklanmıştı.

İDDİANAMEDE OLMAYAN YOK

Bu andan itibaren büyük bir tutuklama kampanyası başladı. Bazı kaynaklara göre 130 kişi olayla ilgili olarak sorgulandı. Zanlıların ifadelerinden mi yoksa bu işi muhaliflerin tasfiyesi için iyi bir fırsat olarak gören bazı yetkililerin katkılarından mı ortaya çıktığı belli olmayan senaryoya göre, suikast fikri eski Ankara Valisi Abdülkadir’den çıkmış, Abdülkadir meselesi eski Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’e açmış, Saltanat’ın kaldırılması ve Topal Osman’ın öldürülmesi olaylarından dolayı Mustafa Kemal’e yıllardır husumet besleyen Ziya Hurşit, iktidarı tekrar ele geçirmek isteyen İttihatçıların eski Maarif Nazırı, İzmit Milletvekili Şükrü Bey’le temas kurmuştu. Şükrü fikri İttihatçıların İaşe Nazırı ‘Kara’ Kemal’e açmıştı. Ziya Hurşitbir yandan da eski İttihatçı fedailerden Çopur Hilmi, Laz İsmail ile Gürcü Yusuf’u örgütlemişti. Çeteye daha sonra Mustafa Kemal’in Samsun’a giden Bandırma Vapuru’ndan yol arkadaşı Miralay ‘Ayıcı’ Arif Bey de katılacaktı. Ekip, suikast için önce Çankaya köşkü civarını, daha sonra TBMM binası ile Heyet-i Vekile’nin toplandığı binayı, ardından Anadolu Kulübü ile Türk Ocağı binasını düşünmüş ancak her yerin bir kusuru ortaya çıkınca suikastçılar yönlerini İstanbul’a çevirmişlerdi. Mustafa Kemal İstanbul’a gitmeyince bu plan da yatmıştı. Mustafa Kemal’in Bursa’ya gideceği haberi duyulmuş, keşif için Laz İsmail yanına eşim diye tanıttığı Naciye Nimet isimli bir kadını alarak Bursa’ya gitmişti. Bursa’nın suikast için uygun olmadığı anlaşılınca son olarak Mustafa Kemal’in gideceğini duydukları İzmir’de karar kılmışlardı.

KEMERALTI’NDA PUSU

Suikast, Başoturak’la Yemiş Çarşısı’ndan gelen sokakların, Kemeraltı’nda Hükümet Caddesi ile birleştiği mevkide yapılacaktı. Burada yol daraldığı için Mustafa Kemal’in aracı yavaşlayacak, dört yol ağzında Nuri adlı birinin tuhafiye dükkânında pusu kuran Laz İsmail ve Gürcü Yusuf tabancaları ile ateş edecekler, gerekirse bomba kullanılacaklardı. Başarılı olunmazsa Ziya Hurşit ateş edecek ve hemen otomobile binerek buradan uzaklaşacak, Giritli Şevki’nin motoruyla Sakız Adası’na kaçacaklardı. Ancak Mustafa Kemal bilinmeyen bir nedenle İzmir’e gelişini bir gün erteledi ve plan daha önce anlattığımız şekilde ortaya çıktı.

BOMBACI KADIN KİM?

Mustafa Kemal 16 haziranda İzmir’e geldi ve Naim Palas Oteli’ne yerleşti. Suikast girişimi ertesi gün kamuoyuna açıklandı ve büyük bir infial yaşandı. 19 haziranda Mustafa Kemal “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” diye biten ünlü mülakatını verdi.

22 haziranda Mustafa Kemal’in İsviçreli sanatçı ve gazeteci Emile Hüderbrand’a söyledikleri ise gerçekten kafa karıştırıcı idi: “... Yoluma yerleştirilen bu katillerden bir grup beni ve maiyetimi taşıyacak otomobillere el bombaları yağdıracaklarmış. Hatta daha da ileri gittiler ve yıllardır benim davamla özdeşleşmiş, benim sadık bir siyasal arkadaşım olmuş, zaman zaman da danışmanlığımı yapmış bir kadını iğfal ettiler. Bu kadını, aldığımda patlayacak ve etraftaki herkesi yok edecek, içine bomba saklanmış bir buketi bana sunmak menfur görevini kabul ettirmişler. Kötü yola sevk edilmiş olan bu kadın merhamete layıktır. Çünkü vatanın iyiliği için böylece kendi canını da feda etmeye kandırılmıştır... Ama onun suikasttaki rolü affedilecektir, çünkü vicdanının dürtmesiyle, benim niyet ettiğim geziyi iptal etmeme el verecek kadar zamanında yetkililere itirafta bulunmuştur…” (Aktaran Mete Tunçay, “Los Angeles Times Temmuz 1926”, Tarih ve Toplum, Sayı 53, Mayıs 1988, S. )

Mülakat kafa karıştırıcı idi çünkü, Valiliğe göre ihbarı Giritli Şevki yapmıştı. Mustafa Kemal ise ‘yıllardır davasıyla özdeşleşmiş bir kadın’dan söz ediyordu. O yıllarda pek çok kişi Halide Edip’ten (Adıvar) şüphelenmişti. Daha sonra bu kadının Laz İsmail ile Bursa’ya keşif yapmaya giden Naciye Nimet olduğu söylendi. Ancak bu kadının ne zaman ve nasıl Mustafa Kemal’in ‘siyasal dava arkadaşı’, hatta ‘zaman zaman danışmanı’ olduğu konusu hiçbir zaman açıklığa kavuşmadı.

TERAKKİPERVERCİLER TUTUKLANIYOR

Olaya geri dönersek, suikast haberini alan Başbakan İsmet Paşa durumu derhal Ankara İstiklal Mahkemesi’ne bildirmiş, özel bir trenle Ankara’dan yola çıkan Mahkeme Heyeti, 17 Haziran 1926’da İzmir’e gelmişti. Ancak, heyet daha yola çıkmadan, Şeyh Said İsyanı ile ilişkilendirilerek bir yıl önce kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF) üyelerinin tutuklanması için emir vermişti. Çünkü iddialara göre, Sarı Efe Edip, suikastı Partinin Umumi Heyeti’nin planladığını söylemişti. 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun milletvekili dokunulmazlığını düzenleyen 17. Maddesi açıkça çiğnenerek tutuklananlar arasında Miliz Mücadele’nin önder kadrosundan Kazım Karabekir, Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Cafer Tayyar (Eğilmez), Bekir Sami (Kunduh) ve Rüştü paşalar ile TpCF’nin milletvekilleri ve İttihatçıların Maliye Nazırı Cavit Bey vardı. (Bir hata yapılmış ve TpCF Kastamonu Mebusu Halit Bey’in tutuklanması unutulmuş, onun yerine muhalefetle hiç ilgisi olmayan Erzurum Mebusu Câzım Bey tutuklanmıştı.) İddialara göre motorcu Şevki’nin olaya karıştırdığı eski başbakan Rauf (Orbay) Bey, bir süre önce ‘sağlık nedenleri yüzünden’, Dr. Adnan Adıvar ise tam o günlerde ‘tesadüfen’ Fransa’ya gittiklerinden tutuklanmaktan kurtulmuşlardı. Kara Kemal ile eski Ankara Valisi Abdülkadir ise kaçmışlardı.

İSMET PAŞA’NIN MÜDAHALESİ

Ankara Etlik’teki evinden apar topar alınan Kazım Karabekir, mahkeme gününe kadar, İzmir Emniyet Müdürlüğü’nün alt katında, penceresi demirlerle kapalı bir odada yer şiltesinde yatırılmıştı. İsmet Paşa, ortada ciddi bir kanıt olmadan Milli Mücadele’nin önderlerinin soruşturmasız, kanıtsız tutuklanmasının bir skandal olacağını söylediyse de sadece Kazım Karabekir’in serbest bırakılmasını sağlayabilmişti. Ama Mahkeme Heyeti İnönü’yü mahkeme kararını engellemek suçuyla tutuklamakla tehdit etmişti. Durumu kendisine aktaran İsmet İnönü’ye Mustafa Kemal’in ‘İstiklal Mahkemeleri bağımsızdır, kararlarına karışamam’ demesi İsmet İnönü’nün aklına başını getirmiş olmalı çünkü başbakan, 22 haziranda Meclis tarafından İstiklal Mahkemesi’ne verilmiş olan yetkilerin yerinde olduğunu anladığını, Kazım Karabekir’in tutuklanmasını uygun bulduğunu, mahkemenin vatan ve cumhuriyet için yaptığı çalışmanın Türk Milleti için hayırlı bir adalet örneği olacağına inandığını belirten telgrafı çekmiş ve muhtemelen siyasi hayatını kurtaran önemli bir manevra yapmıştı.

‘Dört Aliler Divanı’ İşbaşında

Zanlılar, Suikastçılar’, ‘Onlarla İlişkili Olanlar’ ve ‘Eski İttihatçılar’ olarak üçe ayrılmıştı. 49 kişilik ilk iki grubun yargılanmasına 26 Haziran 1926 cumartesi günü Milli Kütüphane’nin yanında bulunan Elhamra Sineması’nda başlandı. Mahkemenin başkanlığını Afyonkarahisar Milletvekili ‘Kel’ Ali (Çetinkaya), savcılığını Denizli Milletvekili Necip Ali (Küçüka), üyeliklerini Gaziantep Milletvekili ‘Kılıç’ Ali, Aydın Milletvekili Dr. Reşit (Galip), yedek üyeliğini de Rize Milletvekili ‘Laz’ Ali (Zırh) beyler yapıyordu. Mahkeme halk arasında, Ali adlı dört üyesinden dolayı ‘Dört Aliler Divanı’ olarak adlandırılmıştı.

ZİYA HURŞİT’İN SAVUNMASI

Baş zanlı Ziya Hurşit sözlü savunmasında “ Ben (Savcının iddia ettiği gibi) Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu tağyir veya tadile teşebbüs etmedim. Büyük Millet Meclisi’ni vazifelerini ifaden men etmek de hatırımdan geçmemiştir. Yalnız suikast yapacaktım. Muhakemem esnasında da bunun sabit olduğunu gördünüz. Beni ancak Ceza Kanunu’nun 46. maddesine göre cezalandırabilirsiniz. O da şudur: Suikast fikri tahakkuk etmemişse... cürümü bir seneden eksik olmamak üzere kalebentliğe tahvil olunur. Ben suikastı... yaptıktan sonra hükümeti devirmek, meclisi vazifeden menetmek isteseydim, memleketten bir tarafa ayrılmaz burada kalırdım. Hâlbuki siz de anladınız. Ben Sakız’a kaçacaktım. Hülasa, kanun sarihtir. Kanunun sarahaten cezalandırdığı fiillerden maada hiçbir suretle ceza verilemez” demişti.s(Feridun Kandemir, İzmir Suikastının İçyüzü, C.I, Ekicil Tarih Yayınları, 1955, s. 105.) Ziya Hurşit
ayrıca Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa ile bu konuyu hiç konuşmadığını da belirtmişti.

Tetikçiler Gürcü Yusuf Laz İsmail ve Çopur Hilmi aldatıldıklarını söyleyerek affedilmelerini istemişlerdi. Sarı Efe Edip olayı Celal (Bayar) Bey’e ihbar etmek için İstanbul’a gittiğini söylemiş ama neden ihbarı yapmadığını açıklayamamıştı. Çoğu milletvekili olan diğer sanıklar da suçsuz olduklarını söylemişlerdi.

PAŞALARIN İDDİASI • Ertesi günkü celsede yargılanan ‘Milli Mücadele Paşaları’ hükümetin zaten, Mustafa Kemal’e yönelik bir suikast hazırlığından haberdar olduğunu, hatta suikastçıların arasına emekli jandarma yüzbaşısı Sarı Efe Edip’i soktuğunu söylediler. İma ettikleri, suikast girişiminin kendilerini suçlamak için kasten önlenmediğiydi. Hakikaten de, Sarı Efe Edip duruşmada ‘benim bu konudaki hizmetlerim dikkate alınmadı’ dediğinde, mahkeme başkanı tarafından sert bir şekilde susturulmuştu. Kazım Karabekir’le Mahkeme Başkanı Kel Ali arasında TpCF konusunda çıkan tartışmaların davanın bir suikast davası olmayıp bir siyasi dava olduğunu göstermesinden endişe ettiği anlaşılan Mustafa Kemal, Mahkeme heyetini balo bahanesiyle konakladığı Çeşme’ye çağırmış ve çok ağır şekilde azarlamıştı. İddialara göre mahkeme kurulu, pencereden atlayıp kimseye görünmeden İzmir’e dönmüştü.

8 temmuzdaki duruşmada savcı olayın iki yüzü olduğunu, birinci yüzde Cumhurbaşkanına yönelik suikastın, ikinci yüzde ise ‘eski İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ileri gelenlerinin oluşturduğu Kara Çete’nin hükümeti devirme planlarının’ olduğunu söyleyerek, yurt dışında olan Rauf Bey, Dr. Adnan Bey ile İttihatçıların Maliye Nazırı Cavit Bey’in Ankara’da yargılanmasını istemişti. Bu teklif kabul edilerek dokuz kişinin dosyası ayrıldı ve karar aşamasına geçildi.

KARAR AÇIKLANIYOR

13 Temmuz 1926 günkü duruşmada, Şeyh Said İsyanı’ndan başlayarak bir siyasi değerlendirme yapıldıktan sonra karar açıklandı. İkisi (eski İaşe Nazırı Kara Kemal ve eski Ankara Valisi Abdülkadir Bey) gıyabında olmak üzere 15 kişiye, cumhurbaşkanına suikast düzenlemekten değil, ‘Anayasa’nın bir kısmını veya tamamını ve Meclis’i kaldırmaya çalışanlara veya bu işi cemiyet kurarak yapanlara idam cezası verilir’ diyen Ceza Kanunu’nun 55. ve 57. maddeleri uyarınca idam cezası verildi. İdama mahkum edilenler eski Lazistan Milletvekili Ziya Hurşit ve adamları Laz İsmail, Gürcü Yusuf, Çopur Hilmi, istihbarat yüzbaşısı Sarı Efe Edip, İzmit Milletvekili Ahmet Şükrü Bey, Saruhan Milletvekili Abidin Bey, İstanbul Milletvekili İsmail Canbolat, Erzurum Milletvekili Rüştü Paşa, Trabzon Milletvekili Hafız Mehmet Bey, Eskişehir Milletvekili Miralay Arif Bey, emekli baytar Rasim Savcı, başlangıçta Rüştü Paşa, İsmail Canbolat ve Halis Turgut hakkında ‘suikast planından haberleri olduğu halde hükümeti bilgilendirmemek suçundan 10’a yıl kürek cezası’ talep ettiği halde, bu üç kişinin kendilerini savunmaya kalkışmaları üzerine cezalarını idama çevirmişti.

Giritli Şevki hem beraat etti hem de 6.500 lira para ödülü ile taltif edildi. Laz İsmail ile Bursa’da keşif yapan ve büyük ihtimalle Mustafa Kemal’in Hüderbrand’a verdiği mülakattaki gizemli bombacı Naciye Nimet ise beraat etti. Bu karar, onun da Sarı Efe Edip gibi polis ajanı olduğu şüphesini yaratıyordu.

Milli Mücadele paşaları da beraat ettiler. Bazıları bu kararda Mustafa Kemal’in paşalara yeterli dersin verildiğine kanaat getirerek, geri adım atmasının payı vardı. Bazıları ise Kazım Karabekir yargılanırken, mahkeme salonunu dolduran üniformalı subayların ve İzmir semalarında alçak uçuş yapan uçaklardan atılan ‘Kazım Karabekir suçsuz’ yazılı kâğıtların rolü olduğunu söylediler. Nitekim paşaların beraat kararı açıklandığında hem mahkemede, hem de dışarıda büyük tezahürat yapılmıştı.

Son Nefeste Acı Sözler

İdamlar, 13/14 Temmuz 1926 günü geceyarısı başlamış, saat 03’e kadar sürmüştü. Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi suikast yapmayı planladıkları Gaffarzade Oteli’nin köşesinde, diğerleri Hükümet Meydanı, Sarı Kışla’nın önü ve Deparak civarında idam edilmişlerdi.

Ziya Hurşit, “...hürriyetsiz bir memlekette yaşamaktansa, namusuyla ölmek daha hayırlıdır” diyerek idam sehpasına yürürken “Kılıç Ali burada mı” diye sormuştu. Kılıç Ali de görünmemek için yere çömelmişti. Cellât Ali’nin “Aman beyim... vakit geçiyor, çabuk ol” densizliğine “Acelen ne be kuzum, telaş etme... ölecek ben değil miyim? Gidiyorum işte... Hadi Allahaısmarladık” diye cevap verdikten sonra soğukkanlı bir edayla sehpaya yönelmişti.

YOLCU YOLUNDA GEREK

Laz İsmail sehpayı görünce “Vay anasını, bu ha? Ben de başka şey zannediyordum. Bunu çok seyrettim... hadi öyleyse gayret bizden kuvvet sizden. Ama tez olun, canımı çok acıtmayın, ipimi boğazıma iyi geçirin...” demişti. Gürcü Yusuf’un son sözleri, “Yazık değil mi bana? Niçin böyle yapıyorsunuz? Beni affedin...” olmuş, baytar Rasim “Yolcu yolunda gerek... haklı haksız gidiyoruz işte... Ne diyeyim, mukadderat... Memleket selamet bulsun” demekle yetinmişti. Ayıcı Arif, Mustafa Kemal’e hitaben “Yirmi yıllık arkadaşınızım. Birçok meydan muharebesinde size fedakârane hizmet ettim. Ölüme yaklaştığım şu dakikalarda beni affedeceğinize eminim” şeklinde bir mektup yazdıktan sonra kendisine yaklaşan imama “...Ben bilirim yapacağım işi. Çekil işine bak sen” diyerek sehpaya çıkmıştı.

İsmail Canbolat idam fermanını soğukkanlıca dinlemiş ve “Hay hay” demekle yetinmişti. Halis Turgut “Çocuklarıma söyleyin katiyen siyasetle uğraşmasınlar. Okusunlar çalışsınlar, fikir adamı olsunlar. Yaşasın mefkûrem. Payidar olsun Türklük!...” diye bağırmıştı.

İKİ KEZ ÖLMEK

Şükrü Bey’in iki kez idam edilmesi gerekmişti, çünkü ilk seferde boynundaki ip kopmuş ve yarı ölü halde sandalyeden yere yuvarlanmıştı. Son nefesini, epey direndikten sonraki ikinci denemede vermişti. Ziya Hurşit’in bile olaya karıştığını söylemediği Abidin Bey, söyleyecek bir şeyiniz var mı sorusuna “Hayır söylenecek şeylerin hepsini söyledim. Anlatamadım. Şimdi ne isterseniz yapın. Kuvvet sizde” demiş, ancak idam yerine intiharına izin verilmesini istemişti.

Sarı Efe Edip Cellât Ali’ye “Beni fazla eziyete sokma, elini çabuk tut” demişti. Hafız Mehmet ise “Zulüm ile yapılan bina payidar olmaz!” diye bağırmıştı. Rüştü Paşa gözlerinden boşalan yaşları açıklamak için “Korkumdan değil... Harp meydanlarında bin defa ölüme göğüs gerdim... fakat gözlerimi bile kırpmadım. Ölümün böylesi kahrediyor insanı, ne olur beni kurşuna dizin! ...ve bilin ki masumum... bir hatanın kurbanıyım...” demişti.

İdam edilenler saat 10’a kadar sehpalarda bırakılmış, akın akın gelen şehir halkına teşhir edilmişlerdi. Sonra önce Karantina’daki Merkez Hastanesi’ne oradan da üzerindeki eşyalar alınarak Kadifekale civarındaki Kokluca Mezarlığı’na gömülmüşlerdi. Böylece muhalefetin tasfiyesi sürecinin ilk perdesi büyük başarı ile tamamlanan tasfiye sürecinin doğrudan İttihatçıları hedef alan ikinci perdesi 2 Ağustos 1926’da Ankara’da açılacaktı...

(Son sözler için bkz. Kandemir, a.g.e., s.115-124; Azmi Nihat Erman, İzmir Suikastı ve İstiklal Mahkemeleri, Temel Yayınları, 1971, s. 157-167; Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk’e Kurulan Pusu, İzmir Suikastının Perde Arkası, Temel Yayınları, 2003, s. 354-372.)



Taraf
22/06/2008 Ayşe Hür: İzmir Suikastı ve muhalefetin tasfiyesi

22 Haziran 2008 Pazar

3 bin kişi Darbeye Karşı yürüdü

3 bin kişi Darbeye Karşı yürüdü Yazdır E-posta
3 bin kişilik bir grup Taksim'de darbaye karşı yürüyüş yaptı.

3 bin kişi Darbeye Karşı yürüdü

Genç Siviller Hareketi ''Darbeye Karşı 70 Milyon Adım'' ve ''Darbeye karşı ses çıkar''sloganlarıyla dün Taksim'de yürüyüş düzenledi. Yaklaşık 3 bin kişinin katıldığı yürüyüşte Genç Sivilller bugüne kadar yapılan darbeleri ve darbe girişimlerini protesto etti .



Yaklaşık 3 bin kişinin katıldığı yürüyüşte bugüne kadar yapılan darbeleri ve darbe girişimlerini protesto eden Genç Sivilller 27 Nisan e-muhtırasından beri yaşanan gelişmelere vurgu yaparak demokrasinin bir tür müdaheleye maruz kaldığını savundu. Yürüyüşe katılanlar arasında sanatçı Lale Mansur, Prof. Dr. İhsan Dağ, gazeteci-yazar Nazlı Ilıcak ile Abdurrahman Dilipak da vardı.

Nurcularla sosyalistleri birleştirmek isteyen bir fikir arkeoloğu: Cemil Meriç

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cemil Meriç’i anma gecesine katılıp "Yeri doldu-rulamaz bir yazar" diyor ve son günlerde konuşmalarında hep Cemil Meriç’ten alıntılar yapıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Cemil Meriç’in adını okullara veriyor. AKP belediyeleri adına kültür mer-kezleri açıyor. Tüm bu güzel icraatlar gerçekleştirilirken bir gerçek sanki unutturulmak isteniyor: Cemil Meriç sosyalistti! Düşüncesi solda, duyguları sağda olan bir düşün adamının sıradışı yaşamı.

YIL 1954.

Bir bahar akşamı.

Cemil Meriç, eşi Fevziye Hanım’la birlikte, akrabası Ahmet Çipe’nin konuğuydu. Sohbetler yapıldı, yemekler yendi, çaylar içildi. Gece yarısına doğru izin isteyip kalktı.

Cemil Meriç’in gözlerinin 12.5 miyopisi ve kuvvetli hipermetropisi vardı. Merdivenlerden inerken son eşiği göremeyen Cemil Meriç düştü. Bir şeyi yoktu. Ev sahibiyle vedalaşıp sokağa çıktılar.

Yolda yürürken Cemil Meriç, eşinin kulağına yaklaşıp şöyle söyledi: "Fevziye, elektrikler mi kesik, hiç bir şey göremiyorum."

Cemil Meriç 38 yaşındaydı ve gözleri artık hiç göremeyecekti.

"Görmek, yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış..."

Fransız mandası altında

Tarih 12 Aralık 1916.

Yer Reyhanlı-Hatay.

Mahkeme Reisi Mahmut Niyazi ile Zeynep Ziynet’in üçüncü bebekleri dünyaya geldi: Hüseyin Cemil.

Ailesi aslen Meriç Nehri’nin hemen öteki yakasındaki Dimetokalıydı. Balkan Savaşı’ndan sonra Hatay’a yerleşmişlerdi. Savaş, Reyhanlı’da da aileyi rahat bırakmadı. Fransız mandası altında bir yaşam sürdüler. Fransız kültürüne dayalı bir ilk-orta öğrenimi gördü.

Babasının her akşam çocuklarına kitap okuması yaşamının amacı oldu. Hep okudu. Lise yıllarında ilk makalesi, Yenigün Gazetesi’nde yayımlandı; yıl 1933’tü.

Hatay’ın anavatana katılması mücadelesinin verildiği dönemde hızlı bir Türkçü oldu. Milliyetçilik, bazı öğretmenleriyle arasını açtı.

1934’te soyadı kanunu çıkınca, ideolojik kimliğine uygun bir soyadı seçti: Cemil Şaman!

Öğretmenleriyle kavgası sonucu liseden mezun edilmeyeceğini anlayıp İstanbul’a gitti; Pertevniyal Lisesi’ne kayıt yaptırdı.

Aynı yıllar sosyalizme de merak saldı. Önce F. Engels’in "Anti-Duhring"ini okudu. Ardından K. Marx’ın "Kapital"inin ilk cildini bulup anlamaya çalıştı.

İstanbul’da sosyalist çevrelerle tanıştı. J. Stalin’in "Pratik ve Teorik" kitabını Fransızcadan çevirdi.

Tanıştığı Názım Hikmet’in kendisine, heyecanlarını bırakıp hayata iyi hazırlanmasını tavsiye etmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Tekrar Hatay’a döndü. Köy öğretmenliği ve devlet memurluğu yaptı.

1939 yılında, Hatay’da sosyalist bir devlet kurma iddiasıyla tutuklandı.

İdamla yargılandı. Mahkemede Marksist olduğunu saklamaması herkesi hayretler içinde bıraktı. 3.5 aylık yargılama sonucunda beraat etti. Cezaevinden çıktığında bir gerçekle yüzleşti; tüm dostları selamı sabahı kesti.

Bu duruma çok içerledi; dostlarının inadına soyadını değiştirdi: Cemil Yılmaz!

Ve tekrar İstanbul’un yolunu tuttu.

Yabancı Diller Okulu’na bursla yazıldı. Okulda solcu arkadaşlarıyla birlikteydi hep. Elit, Nisvaz gibi dönemin sanatçılarının gittiği kahvelere devam etti. "İnsan" dergisine edebiyattaki ilk aşkı Balzac ile ilgili makale yazdı; kitaplarını tercüme etti.

İlk aşkı bir fahişeydi

İlk aşkı Lübnanlı bir fahişeydi; Linda.

İkinci büyük aşkını İstanbul’da buldu; sınıf arkadaşı Reyagan. Karşılık bulamadı. Arkadaşı Kerim Sadi’nin önerisiyle coğrafya öğretmeni Fevziye Menteşoğlu’yla tanıştı. "İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim çıktım; bunları bilerek benimle evlenir misin?" 19 Mart 1942’de evlendiler.

Fevziye Hanım’ın hali vakti yerindeydi; pansiyoner olmaktan kurtuldu; yeni bir hayata başladı.

O artık Cemil Meriç’ti...

II. Dünya Savaşı yılları...

Cemil-Fevziye Meriç çifti Elazığ’a tayin oldu.

Gözlerindeki bozukluk nedeniyle askerlikten muaf tutuldu.

Yazmayı Elazığ’da da sürdürdü. "Yurt ve Dünya", "Yücel", "Amaç" gibi dergilere tercümeler, edebi değerlendirmeler yaptı.

İlk iki çocukları Elazığ’da dünyaya geldi, ancak yaşamadılar. Fevziye Hanım yine hamileydi; İstanbul’a tayin istedi. Gerçekleşmeyince istifa etti.

Aynı günlerde üç "doğum" meydana geldi: 1 Nisan 1945’te oğlu Mahmut Ali ve Balzac’tan iki çeviri kitap; "Otuzundaki Kadın" ve "Onüçlerin Romanı" doğdu.

Bir yıl sonra kızı Ümit dünyaya geldi. Aynı yıl Balzac’tan "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti"nin tercümesini bitirdi. Sadece tercümeler yapmadı; "Yirminci Asır" dergisine makaleler yazdı. Gözlerindeki rahatsızlığa inat, ne bulursa okudu; okuma notlarından dosyama-fişleme yaptı.

Öğretmenliğe geri döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne Fransızca okutman ve Işık Lisesi’ne Fransızca öğretmen oldu. Çocukları da hemen yanıbaşındaki Şişli Terakki’de okuyordu. Mutluluğu uzun sürmedi.

1954 yılında gözlerini kaybetti. Aynı yıl yaz ayları boyunca Cerrahpaşa Hastanesi’nde yattı. Başarısız ameliyatlar geçirdi. Bir gözünde retina tabakası çatlamıştı. Diğerine ise katarakt inmişti. Paris’te Quinze-Vingts Hastanesi’nde de ameliyatlar oldu. Sonuç olumsuzdu.

7 Temmuz 1955’te Yeşilköy Havaalanı’na indiğinde biliyordu ki, kendini yeni bir hayat bekliyordu.

’Marx ile Said-i Nursi arasında fark yoktur’

CEMİL Meriç artık göremeyeceğini biliyordu. Bu karanlık hayatı sürdüreceğinden emin değildi. İntiharı düşündü.

Ve bir gün...

Eşi Fevziye, çocukları Mahmut Ali ve Ümit ile birlikte Üsküdar’a hava almaya çıktılar. Cemil Meriç eşine, Yeni Valide Camii’nin avlusuna girmek istediğini söyledi. Fevziye Hanım çocuklarına, "Siz oynayın biraz" dedi ve eşini caminin avlusuna götürdü. Avluda eşi kolunda aşağı yukarı gidip gelen Cemil Meriç hıçkırıklarını tutamadı ve sarsıla sarsıla ağladı.

Bu dramatik olaydan sonra Üsküdar’daki Fethi Paşa Korusu’ndaki evlerinde yeni hayat başladı. Fevziye Hanım okudu, Cemil Meriç çevirisini söyledi. İlk çevirdikleri Victor Hugo’nun "Hernani"si oldu.

Okuma görevini bazen öğrencileri, bazen çocukları yaptı. Öğrencileri arasında Server Tanilli ve Yaşar Nuri Öztürk gibi isimler vardı.

Solun sağa hediyesi

1960’lı yıllarda Cemil Meriç, Hind edebiyatına merak saldı; bu onun Doğu’yu keşfetmesini sağladı. Aynı yıllarda Antakya’da İngilizce öğretmenliği yapan Lamia Çataloğlu’yla aralarında mektupla başlayan platonik bir aşk doğdu.

Sadece mektup yazmadı kuşkusuz. "Dönem", "Çağrı", "Hisar" adlı dergilere de makaleler yazdı. 1967 yılında, "Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" adlı kitabını çıkardı. Bunu, "Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon" adlı eseri takip etti.

Ne yazık ki bu kitapları Türkiye solu tartışmadı bile; yok saydı.

Görülmemek, fark edilmemek Cemil Meriç’i kırdı, öfkelendirdi. Sadece birkaç yakın dostu vardı solcu. Bunlardan biri de 1971’de Nurhak Dağları’ndan öldürülen Sinan Cemgil’in anne-babası; Nazife-Adnan Cemgil’di.

Adnan Cemgil, yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne katılmasını teklif etti.

"Girmem, çünkü benim yerim kütüphane. Ben ışık arayan, aydınlanmak, aydınlatmak isteyen bir insanım. Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum."

Yaşadığı toprakların kültürüne sahip çıkan, Batı’nın tabularını yıkmayı uğraş edinen Cemil Meriç’i solun efendileri kabul etmedi ve onu, "altın tepsi" içinde sağcılara sundular. Güya, "Pınar", "Köprü", "Gerçek" gibi sağcı dergilerde yazmasına muhaliftiler! Asıl kızdıkları, Türk aydınına yönelik halktan koptuğu tespitleriydi.

Sağa gitmeye mecbur edildi Cemil Meriç: "Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: (Sağcı) Ötüken’ın bastığı kitap okunmazmış. Peki, siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz, Neye ve kime?"

Sağ basın Cemil Meriç’e çok ilgi/hürmet gösterdi. Fakat gazetecilik refleksiyle Cemil Meriç’e sürekli sosyalizmden döndüğünü söyletmeye çalıştı. Hep direndi. "Sosyalizmi; içtimai haksızlıkların sona ermesi, liyakatin yerini bulması, acı çekenlerin gözyaşlarını dindirmek suretinde anlarsak sosyalistim."

1970’li yıllarda çıkardığı, "Bu Ülke", "Ümrandan Uygarlığa", "Mağaradakiler", "Bir Dünyanın Eşiğinde" adlı kitaplarını genellikle sağcı gençler okudu. Milli Kültür Vakfı’nın ödüllerini kazandı.

Hep sosyalist kaldı

Buna rağmen, "sosyalizm" kelimesinden korkanları yobaz olarak niteledi: "Yobazlık kelimelerden korkmaktır. Sosyalizm, insanın insanı istismar etmemesi, emeğin değerlendirilmesi, emeğin eserine göre mükáfatlandırılmasıdır. Elbette kendimize has sosyalizm olacak. Milli hasletlerimizle çelişmeyen bir düzen. En kötü şey riyakárlıktır. Sosyalizm ıstırabın çığlığıdır."

Cemil Meriç sağa "kendi Marx"ını öğretmek istedi hep:

"Marx, vatan-millet realitesini inkár etmez; ’İşçi sınıfının vatanı yoktur’ der sadece. Nasıl sermaye milletlerarası ise emek de milletlerarasıdır der.

Marx, ’Din afyondur’ derken Katolik kilisesini kasteder. Hakikaten Katolik kilisesi tam bir afyondur.

Burjuvazi akılla kiliseyi devirdi. Fakat sonra karşısına işçi sınıfı çıkınca hemen müdafaaya geçip dine sarıldı ve orta çağ karanlığına döndü

Ve ister istemez milli komünizm doğacaktır."

Kitaplarını, makalelerini kim yayımlayacaksa, ayrım gözetmeksizin, sağ-sol demeden onlara verdi. Çünkü o kimseye göre yazmamıştı; bu nedenledir ki, Komünizmle Mücadele Derneği’nin dergisinde Názım Hikmet’e övgüler düzmekten geri durmadı. Yaşamı boyunca Kemal Tahir’le, Attila İlhan’la düşünce yoldaşlığı yaptı. Bülent Ecevit’e okuması için Marx’ın "Kapital"ini gönderdi.

İslam’da şeyh yoktur

Tarikatlar-cemaatler de Cemil Meriç’in ilgi alanıydı:

"Said-i Nursi’nin bir hutbesi var, çok enteresan: Yanlış anlaşılır diye korkuyorum. Adam sosyalizme açık. Nurcular ve sosyalistler birbirini tanımalıdırlar. Türkiye’nin kurtuluşu buna bağlı. Ben şimdi bunu yapmaya çalışıyorum. Fakat bu fert işi değil. Nurcular sosyalistleri, sosyalistler de Nurcuları okumuyor. Zaten sağ kendi dışında hiçbir şey okumuyor; çok garip bir hál bu."

(Ara not: Yeni Asyacı Mehmet Kutlular ile Aydınlıkçı Doğu Perinçek ittifak yapabilir mi? Gerçi sol liberallerle Fethullah Gülen cemaati birleşti bile!)

Cemil Meriç’e göre, insan olarak hataları olmakla birlikte, Marx ile Said-i Nursi arasında hiçbir fark yoktu.

"Nurculuk bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı imanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risale bir çığlık. Said-i Nursi bir kavga adamı."

Ancak diğer yandan, "Mutlak hakikati hiç kimse bütünüyle kucaklayamaz" diyen Cemil Meriç, "Said-i Nursi 1930’larda haklıydı ama artık günümüzde değil" diyecek kadar da gerçekçiydi. Said-i Nursi’ye "şeyh" diyenlere de kızgındı: "Hazreti Peygamber bu alim, bu arif diye ayrım yapmış mı? Şeyhlik var mı İslam’da?"

Nurettin Topçu ve Hareket Dergisi gibi onun da baş davası ahlaktı.

Psikolojisi çok bozuldu

Cemil Meriç 1980’li yıllarda da yazmaya devam etti: "Kırk Ambar", "Bir Facianın Hikáyesi", "Işık Doğudan Gelir" vs.

12 Eylül 1980 askeri darbesiyle fikri bunalım yaşayan milliyetçi-muhafazakár çevreler, Cemil Meriç’in yıldızını çok parlattı. Kitapları elden ele dolaştı.

Bu çevrelere göre, Batı kültüründen arınıp Müslüman-Türk özüne geri dönüş yapan kazanılmış bir aydındı o! Kimse sosyalist kimliği hatırlamak istemiyordu!

1983 yılında eşi Fevziye Hanım’ı kaybetti. Bir yıl sonra beyin kanaması geçirdi ve sol tarafına felç geldi. Bu zor günlerinde platonik aşkı Lamia Çataloğlu, haftada iki kez koltuğunun altındaki Cumhuriyet Gazetesi’yle gelip Cemil Meriç’e sevdiği bulgurlu yemekleri yaptı.

Ancak gün geçtikçe psikolojisi bozuldu; kimsenin anlayamadığı sözcükler söylüyordu. Bazen "Allah Allah Allah" ya da "Muhammed sevgilim" diye bağırdığı oluyordu. Ruh sağlığı bozulmuştu. Nörolojik bir tedavi uygulamasına geçildi. Çare olmadı. 13 Haziran 1987 günü gece yarısı vefat etti. Karacaahmet’te eşi Fevziye Hanım’ın yanına defnedildi.

Cemil Meriç hakkında çok çeşitli ve birbiriyle zıt tanımlamalar yapılsa da, her çevrenin üzerinde hemfikir olacağı bir gerçek vardı:

O, bu ülkenin vicdanıydı...

Ve sanıyorum Türk solunun Cemil Meriç’e bir özür borcu vardır.

Soner YALÇIN

17 Haziran 2008 Salı

'Çok şeyi değiştirecek darbe planı' - POSTAGAZETESİ.NET TÜRKİYE'NİN EN ÇOK OKUNAN ONLİNE GAZETESİ

'Çok şeyi değiştirecek darbe planı' - POSTAGAZETESİ.NET TÜRKİYE'NİN EN ÇOK OKUNAN ONLİNE GAZETESİ
'Çok şeyi değiştirecek darbe planı' Yazdır E-posta
"Bir büyük senaryo var önümüzde ve bu Türkiye'de çok şey değiştirecek…" diyen İbrahim Karagül “Ankara'da Pentagon Darbesi” dediği senaryoyu bakın nasıl açıklıyor:

'Çok şeyi değiştirecek darbe planı'

Ankara'da Pentagon darbesi!
Cümleler ne kadar tanıdık! İsimler, yöntemler, kullanılan araçlar ne kadar da aynı.. Bölgemizde her büyük operasyondan önce Türkiye'de derin bir iç dizayn çalışması yapılır. Bu yapılırken çoğunlukla aynı kurumlar, aynı kişiler kullanılır, aynı yöntemler tekrar denenir. Yıllardır bilmemize rağmen, defalarca tecrübe etmemize rağmen inanırız, etkileniriz, gaza geliriz, oyuna geliriz ve bu ülkeyi, kendi ülkemizi kendi ellerimizle mahvetmekten çekinmeyiz.

ABD'nin İran gündemiyle Türkiye'deki iç siyasi kriz birbirine ne kadar bağımlı, fark etmiyor muyuz? İran'a saldırı kampanyasını yürütenlerle Türkiye'de sert ya da yumuşak askeri müdahaleyi provoke edenler aynı güçler. Türkiye ve İran için birbirine paralel, birbirini tamamlayan bir strateji izliyorlar.

Türkiye'de çokça tanınan RAND Corporation, ABD Savunma Bakanlığı'na (Pentagon) bir rapor hazırlamış: “Türkiye'de Siyasal İslam'ın yükselişi…” Doğrudan Türkiye'nin bugünkü iç siyasi krizini içeren, geleceğine ilişkin öngörülerde bulunan 135 sayfalık bir rapor. Türkiye için on yıl içinde gerçekleşebilecek dört senaryo çiziyor: AK Parti'nin AB eğilimli bir yol izlemesi, sinsi İslamlaşma, partinin yargı tarafından kapatılması veya askeri darbe…

“Darbe” öncelikle yumuşak enstrümanlarla yapılacak, bütün kartlar tüketildiğinde ise doğrudan müdahaleye sıra gelecek. Şu anki krizin laik-İslamcı çatışması olmaktan ziyade merkez ile çevre arasındaki iktidar mücadelesi olduğunu vurgulayan raporda, yine de bütün iddialar “İslam tehdidi” üzerine kurgulanmış. Aynı kuruluşun daha önce hazırladığı raporlar, yakın çevremizde yüz binlerce insanın ölümüne yol açtı.

Mesela yine RAND tarafından hazırlanan ve bu tarz araştırmalara yılda 100 milyon dolar ayıran muhafazakar Smith Richardson Vakfı'nın finanse ettiği “Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, kaynaklar ve stratejiler” 2003 tarihli çalışmaya bakalım:

“Anti-emperyalist ve sosyalist düşüncelerinden dolayı laiklere güvenilmez. Fundamentalistlere ve geleneksel Müslümanlara da. Fundamentalist ve gelenekseller arasında oluşabilecek bir yakınlık kesinlikle engellenmeli. Hatta birbirleriyle savaşmaları teşvik edilmeli. ABD ve Avrupa için güven telkin edilenler sadece, kitleleri yönlendirmede Kur'an'ı sınırlandıran modernist Müslümanlardır. Bu grup desteklenmelidir. “

Bu cümleler o rapordan… Bir iç çatışma senaryosu olarak hazırlanmış. Belli oranda da uygulandı. RAND, çalışmayı hazırlamadan önce Pentagon'a aynı konuda bir brifing vermişti. Müslümanlar kategorilere ayrılıyor derin ve uzun süreli bir iç çatışmalar zinciri öngörülüyordu. Senaryo şöyleydi:

1- Önce modernist ve laik Müslümanları destekle. 2- Geleneksel Müslümanları fundamentalistlere karşı destekle. 3- Fundamentalistlerle savaş. 4- Seçici bir şekilde laikleri destekle. 5- Batılı İslam tezini destekle.

Aynı kuruluş, 15 Aralık 2004'te “U.S.Strategy in the Muslim World After 9/11” başlıklı 567 sayfalık başka bir rapor hazırladı. Bir önceki çalışmayı hazırlayan isimlerin imzasıyla. ABD Hava Kuvvetleri tarafından sipariş edilen çalışma tam bir kaos senaryosuydu. Bu sefer tez Müslüman entelektüeller, akademisyenler, kanaat önderleri ve sivil toplum örgütleri üzerine kurulmuştu. İki ana tez vardı: 1- Şii-Sünni ayrımı, 2- Arap-Arap olmayan ayrımı. İslam dünyası için derin bir çözülme, ayrıştırma, fraklılaştırma ve çatıştırma öngörüyor/du. Belli oranda uygulandı, uygulanıyor.

Çalışmalar, büyük oranda Pentagon, Dışişleri ve CIA'nın ihtiyaçları için hazırlanıyor, bu kurumlar tarafından finanse ediliyor. Bu son derece normal bir şey. Ama nasıl uygulandıklarını hiç izlemiyoruz. Dikkatle izlendiğinde birçok şeyin söz konusu senaryolara göre şekillendiği fark edilecektir. Yine dikkatle izlendiğinde, sadece tartışmakla yetindiğimiz bu “proje”lerin bizlere ne ağır bedeller ödettiğini anlamaktan yoksunuz.

İran'a saldırı için ABD'yi tahrik eden İsrail adına kamuoyu oluşturan isimlere bakın. Gazetelerde ve televizyonlarda İsrail aşırı sağı adına inanılmaz iddialarla gündemde yerlerini koruyorlar. Middle East Forum adlı taşeron kuruluş üzerinden Batı'yı ve dünyayı “bir büyük tehdit”e karşı harekete geçiriyorlar. Daniel Pipes gibi hayatını İslam'la savaşa adamış, entelektüel pazarda at koşturan bir Mossad mensubu, Michael Rubin gibi yine İsrail istihbaratına çalışan bir neocon ırkçı ve daha onlarca isim, bu coğrafyayı kana bulayacak senaryoların tetikçileri olarak çalışıyor. Onlara kalsa Türkiye dahil her Müslüman ülkeyi iç savaşlara sürükleyecekler.

İran'a karşı kampanyayı yürüten güçler ve tetikçileriyle AK Parti'nin tasfiyesi için üç yıldır kampanya yürüten güçler ve tetikçilerinin aynı olması size bir şey ifade etmiyor mu? Aynı güçlerin bugünlerde “uzman müsveddeleri”ni gece gündüz çalıştırmaları sizde bir endişeye neden olmuyor mu? Üç ihtimal var ortada:

1- Tasfiye edilmekle tehdit edilen AK Parti'yi hem İslam'la arasına mesafe koymaya zorlamak hem de İran ihalesine razı etmek.

2- “Siyasal İslam tırmanışta” paranoyası ile merkez iktidarı ellerinde tutanları AK Parti üze-rine saldırtıp çıkacak iç çatışmada onları yanlarına çekmek. Böylece hem iktidar değişimi hem de İran'a karşı etkin bir müttefik bulmak.

3- “İslamcı tehdit” paranoyası yayarak, bu çevrelerin İran'la ittifak yapacağı hezeyanlarını ortaya atarak kamuoyunu İran korkusuna karşı hizaya sokmak…

Bir büyük senaryo var önümüzde ve bu Türkiye'de çok şey değiştirecek…Neden “Ankara'da Pentagon Darbesi” dediğim ortada!





haber7.com

12 Haziran 2008 Perşembe

- Anlamak için... Karakutu.com-Kültür Sanat

- Anlamak için... Karakutu.com-Kültür Sanat
Ahmet Altan
Ürkmüyor olmanız çok şaşırtıcı.

Bizim dünkü manşetimizin haberi korkutucu şeyler anlatıyordu çünkü.

Düşünün, 2003 yılında Veli Küçük, bir faşist Alman dergisine, “Yakında darbe olacak” diyor.

Bu kadar net konuşuyor.

Böylesine emin konuşmasının bir nedeni var.

Daha sonra Nokta dergisinde yayınlanan günlüklerden anlaşıldığı gibi o sırada Jandarma Komutanı Orgeneral Şenuygur “darbe hazırlıkları” yapıyor.

Aralarında nasıl bir ilişki varsa General Küçük bu hazırlıklardan haberdar ve açıklamaktan da çekinmiyor.

Çünkü “darbenin” önünün kesilebileceğini aklına bile getirmiyor o günlerde.

Darbe hazırlıkları yapılırken, Ergenekon örgütü de kendi faaliyetlerini sürdürüyor.

Yapılacak darbenin altyapısını hazırlıyor herhalde.

Sonra Şenuygur’un darbesi gerçekleşmiyor.

Ama Ergenekon devam ediyor.

Niye devam ediyor?

Darbe gerçekleşmeyince, o darbenin hazırlıklarına yardım eden Ergenekon da durmalıydı.

Ama durmuyor.

Belli ki “başka” bir darbe bekliyor.

Onun gerçekleşmesi için çalışıyor.

Çünkü “darbe” isteyen, iktidarı “halka” vermemeye yemin etmiş birileri varlıklarını sürdürüyor.

Aslında dertleri ne “laiklik” ne de AKP.

Bu bizim yarım yamalak laikliğe bir şey olmayacağını biliyorlar, Şemdinli’de olduğu gibi AKP’yi teslim alabileceklerini de düşünüyorlar.

Onlar AKP’den korkmuyor.

Onlar, AKP’yi iktidara getiren “güçten”, bizzat halkın kendisinden, halkın isteklerini açıkça ifade etmesinden ve değişim istemesinden korkuyorlar.

Geriletmeye çalıştıkları güç, halkın kendisi.

İmkânsızı istiyorlar aslında ama bunun “imkânsız” olduğunu kavrayacak bir izanları yok.

Ve, bir yandan Ergenekon “bombalamalarla, suikastlarla” eylemlerini sürdürüyor, bir yandan bazı siyasilerle, bazı gazeteler “laiklik elden gidiyor” diye bağırarak ortamı hazırlamaya uğraşıyor, bir yandan da askerî muhtıralarla karşılaşıyoruz.

Çok ilginç bir “kombinasyon” değil mi?

Siyasi iktidar, neyle karşılaştığını fark edip “halka” sığınıyor.

Gidebileceği başka bir yer yok zaten.

Seçimler, “darbeciler, muhtıracılar ve şakşakçılar” için büyük bir hezimet oluyor.

Eğer iktidar, bunun hemen arkasından büyük bir “özgürlük” paketi açsa, yeni bir anayasa hazırlasa, Avrupa Birliği yolunda ciddi adımlar atsa “darbecilik” o seçimle bir daha dirilmemek üzere bitmiş olacak ama...

İktidar, “kurnazlık” yapmaya çalışıyor.

“Arkamda büyük bir destek var, özgürlükleri genişletmeyeyim, devletle iyi geçinip iktidarımı sürdüreyim” diyor.

Ve, belki de en büyük hatasını yapıyor.

“Darbeciler” kendileri için iyi bir ortam hazırlandığını hissediyorlar.

O sırada, iktidar da “diğer özgürlükleri” bir yana bırakıp “türban özgürlüğüne” abanınca darbecilere gün doğuyor.

AKP’nin niyetlerinden “samimi” olarak korkan kitlenin kuşkularını iyice besleyerek yeniden harekete geçiyorlar.

Bir gerginlik ve korku ortamı yaratılıyor.

Ardından “türban” değişikliğinin iptal edilmesi ve AKP’nin kapatılması için davalar açılıyor.

Anayasa Mahkemesi, Anayasa’yı açıkça ve fütursuzca çiğneyerek “türban yasasını” iptal ediyor.

Anayasa Mahkemesi’nin bile gözünü bu kadar kararttığını görünce hem iktidar partisi hem de CHP dışındaki diğer partiler durumun “vahametini” anlıyorlar.

Ve, dün Parlamento’daki dört partiden üçü sert açıklamalarla Anayasa Mahkemesi’ne, “geri çekil,” diyorlar, “hukukun sınırlarının içine dön”.

Mahkeme “hukuka” döner mi, bilmiyorum.

Hukuku unutmuş gibi gözüküyorlar.

Ama saflar keskinleşiyor.

Bir yanda, ardına “halkı” almış siyasiler, bir yanda ardına Ergenekon’u, darbecileri, “hukuksuzları” almış olan “halk karşıtı” cephe.

Bundan sonra bu dövüş, bir taraf kesinkes teslim olmadan bitmez.

Ya halkı temsil edenler teslim olacak, ya hukuksuzlar.

Ama biri teslim olacak.

“Hukuksuzlar” teslim olursa, yeni bir döneme huzurla geçeriz.

Halkın temsilcileri teslim olursa...

Halk onların yerine yenilerini seçer ve kavga “hukuksuzlar” teslim olana kadar sürer.

Ama ne olursa olsun...

Nihayetinde halk galip gelir, hukuksuzlar kaybeder.

Onların, bu ülkenin ve toplumun canını acıtma güçleri var ama...

Galip gelme ihtimalleri hiç yok.

Hayat, onların gittiği yönün tersine akıyor çünkü.



Taraf/ 11.06.2008

11 Haziran 2008 Çarşamba

DOMATES ,MOPATES,MAFYA

Rusya Türkiye’den domates almayı kesti. Gerekçe ilaç kalıntısında limit aşımı. Tarım bakanlığı ise limitlerin aşılmadığında ısrarlı “ama öyleyse neden” sorusuna yanıt vermiyor. Belki de veremiyor. Sakın bu yanıtın içinde rüşvet talebi olmasın. Sakın Rus yetkililer Türkiye’de bakanlığa yada bakana ortaklık teklif etmiş ve reddedilmiş olmasın.
Bundan bir ay kadar önce. Rusya’dan bir yetkili Veterinerlik ve Bitki Karantina Gözetimi Federal Servisinin referansıyla Ankara’ya geldi. Tarım Bakanı Mehdi Eker’den randevu istedi. Eker randevuyu verdi. Meçhul Rus Eker’e bir teklif de getirdi." Siz ve biz burada bir şirket kuralım, ben o şirketin kaşesi ile gelen yaş sebze ve meyvenin Rusya’ya girişini sağlayayım dedi." ?
Evet, bence Rus mafyasının işi bu; ne dersiniz?

10 Haziran 2008 Salı

- 1980'lere İlişkin Uyarıcı Bir Öykü Karakutu.com-Kültür Sanat

- 1980'lere İlişkin Uyarıcı Bir Öykü Karakutu.com-Kültür Sanat
1980’lerin başlarında, anarşist hareket, politize olan punk aktivistlerinin akın etmesiyle, fena halde muhtaç olduğu kıçını kaldırma olanağına kavuşmuş oldu. Anarko-punk sahnede, ülke çapında tanınan Crass, Poison Girls ve Conflict gibi toplulukların yanısıra, ülkenin (aslında Avrupa’nın ve ötesinin) her yanındaki kentlerde binlerce insanın kurduğu müzik toplulukları, squatçıların (bina işgâlcileri) düzenlediği müzik geceleri ve makinelere karşı genelde ortaya çıkan öfke boy gösterdi.

Politik olarak vurgu, hayat tarzı eğiliminin (lifestylist) bir karışımı olan, “sistem” den çekilme (çalışmayı red, dünyada varolan her şeyi boykot) ve “çok-ölümlü şirketlere”* karşı doğrudan eylem yapılıyordu.



Britanya’da hareket en yüksek noktaya, özellikle silah ticareti, ekolojik yıkım ve hayvan sömüsüyle ilgili şirketlerin hedef alındığı “Stop the City”* eylemleri için Londra’nın finans merkezinde binlerce insanın toplandığı 1983-84 yıllarında ulaştı.

Hayvanların kurtuluşu, anarko-punk hareketinde merkezî sorunu oluşturuyordu. Göründüğü kadarıyla, her müzik topluluğu avcılık ya da hayvanlar üzerinde test yapılması hakkında en azından bir şarkı bestelemiş ve çeşitli biçimlerde acı çeken hayvanları canlandıran parçaları plak haline getirmişti. Birçok punk, vegan* hayat tarzını benimsedi ve hayvanlar için mücadeleye atıldı - avcılığı sabote gruplarının büyük kısmını punklar oluşturdu.

Aynı dönemde hayvanların kurtuluşu hareketinin yeni bir yükseliş içine girdiği görüldü. Animal Liberation Front (ALF) 1976’da kurulmuştu ve 1980’lerin başlarından itibaren hayvanları laboratuvarlardan kurtarma baskınları ve avcılığı, hayvan üretimi yapan çiftlikleri ve hayvanlara test uygulamayı hedef alan ekonomik sabotaj eylemleri giderek genelleşti ve geniş destek buldu. ALF, insanların birbirleriyle temas kurduğu, elden ele bedava yayınlar dağıttığı ve tutuklulara yardım örgütlenmelerine yardım ettiği destekleyici gruplara paralel olarak çalışan ademi-merkeziyetçi hücrelerden oluşan bir örgüttü ve bugün de öyledir. Bu örgütün, düzenli aktivistler çekirdeğinin yanısıra, pencereleri kırmak ve kilitleri zamklayarak çalışmaz hale getirmek gibi daha düşük düzeyde eylemler yapan insanlardan oluşan daha geniş bir ağı da vardı.

ALF’nin yanısıra, militan gösterileri (1982’de 2000 kişi, askerî laboratuvar bölgesine girdi) ve hayvanlara zulmedildiğine ilişkin delil toplamak (hayvanları kurtarmaktan çok) amacıyla laboratuvarlara yapılan kitlesel baskınları içeren daha geniş bir doğrudan eylem hareketi de vardı. 1984’te, kuzey, güneydoğu ve doğu bölgelerindeki Animal Liberation Leauge’nde yeralan yüzlerce kişi, ICI, Unilever ve Wickham da içlerinde olmak üzere önde gelen laboratuvarlara baskınlar düzenledi. Bunun ardından kaçınılmaz bir devlet baskısı ve hareketin suçlu ilân edilmesi geldi - Unilever eyleminden dolayı 25 kişi hapse atıldı.

1984, aynı zamanda, Britanya’da, uzun yıllardır görülmemiş ölçüde uzun ve çetin bir sınıf mücadelesi döneminin başlangıcına tanık oldu. Grev* birinci plana geçti ve sonuçta, anarko-punk ideoloji için ölümcül bir darbe oldu. Kabaca, dünya moral açıdan iki kampa ayrılıyordu - iyiler (anarko-punklar gibi düşünen ve hareket eden insanlar) ve kötüler (sistemle işbirliği yapanlar). Grevin başlangıcında, punkların çoğu, madencileri ikinci kategoride görüyordu - sonuç olarak grevcilerin büyük çoğunluğu et yemiyor ve yalnızca çalışmak istedikleri için mücadele etmiyorlar mıydı? Grev çevresinde gittikçe artan ölçüde oluşan kutuplaşmayla yüzyüze gelen ve militan madencilerin direnişlerinden etkilenen hemen hemen herkes giderek barikatın doğru yanında yeralmaya başladı. Leeds temelli Chumbawamba topluluğunun (yıllar önce zirveye ulaşmışlardı) liderliğinde, Crass da dahil birçok anarko müzik topluluğu, grevin sona ermesiyle birlikte madencilere yardım toplama faaliyetine girişti.

Madenciler grevinin şiddeti de punk sahnesindeki pasifizmin zayıflamasına yolaçtı. Bu yeni ruh hali, 1963’de yayımlanmaya başlayan, punk tarzı resim ve tasvirlerle sınıf şiddetinin ve devriminin dilini birleştiren Class War** dergisinde ifadesini buldu. Class War, ilk başlarda, hayvanların kurtuluşunun kapitalist topluma karşı devrimci hareketin bir parçası olduğu noktasında son derece netti. 1984’te zenginlere karşı başlattığını duyurduğu “Bahar Saldırısı”nın yeraldığı sayının ön kapağında bir tilki avı canlandırılıyor ve “Sizi siktirolası curûf yığını zenginler sizi; hakkınızdan geleceğiz” sloganı yeralıyordu. Aynı sayıdaki bir makalede şöyle deniyordu: “Class War, hayvanların kurtuluşu hareketini tamamen destekler. Bir çoğumuz, Av sabotör gruplarında aktiviz ve ülkedeki hayvan sömürüsüne dayalı laboratuvar ve fabrikalara yapılan saldırılarda yeralıyoruz.”
Eski punkların et yemeye başlamaları pasifizmin de tersine dönerek şiddet ve terörün savunulmasıyla el ele gitti, “kırmızı et” oburluğunun düzeyi, komünistlerin “kızıl terör” savunuculuğuna kadar düştü. Ne var ki, ihtiyaç, bir hatalı tutumu, onun negatifiyle değiştirmek değil, kendi gölgesiyle dövüşen bir muhalifliğin ötesine giderek bir sentez yapmaktı.

9 Haziran 2008 Pazartesi

GEÇMİŞ VE GELECEK

GEÇMİŞ VE GELECEK
Engin Ardıç: Vencereis pero no convencereis
Tarih: 09.06.2008 Saat: 10:11 Gönderen: karakutu



İspanyol ordusu, 1936 yılının temmuz ayında, seçimle gelmiş meclisine ve yasal hükümetine karşı ayaklandı...
Amacı bir darbeyle işi çarçabuk bitirmekti, ancak ummadığı bir direnişle karşılaştı. Örneğin Sevilla ve Granada'yı hemen ele geçirdi ama Madrid ve Barcelona'da yenildi.
Böylece maç ortada kaldı ve üç yıla yakın sürecek bir iç savaş başladı.



Daha ilk aylarda... 1936 sonbaharında... Faşistler Madrid üzerine yürümeye hazırlanıyorlar... Bazı bölgeler ellerinde... Geçici başkentleri de Burgos şehri... (Eski para kolleksiyoncuları! Burgos baskısı peseta banknotları çok değerlidir, bulursanız kaçırmayınız! Bende maalesef yok.)
Salamanca şehrinde bir şenlik düzenleniyor... "İspanyol Irkı Şenliği"... Salamanca Üniversitesi'nin konferans salonunda bir toplantı var... General Franco'nun eşi de onur konuğu...
İlerigelen faşistler çıkıp konuşmalar yapıyorlar... Bunlardan biri General Millan Astray... Tek gözü yok, tek kolu yok (Fas'ta, sömürge savaşında yitirmiş), eli ayağı tutmaz bir adam... (Dünya tarihinde gelmiş geçmiş en aşağılık heriflerden biridir, General Franco'dan bile berbattır.
Franco yavşaktı, bu, pis manyak.)
Uzun uzun "asacağız, keseceğiz" tehditleri savuruyor. Ve konuşmasını şu dehşet verici sloganla bitiriyor: Kahrolsun aydınlar! Yaşasın ölüm!
"Muera la inteligencia! Viva la muerte!"
Ortalık birbirine giriyor, kollar uzanıyor, çığlıklar gırla...

Sonra, ünlü İspanyol düşünürü ve yazarı, Salamanca Üniversitesi Rektörü Profesör Don Miguel de Unamuno geliyor kürsüye... Yavaş yavaş derin bir sessizlik çöküyor salona...
"Hepiniz," diyor, "neler söyleyeceğimi merak ediyorsunuz. Öte yandan, beni çok iyi tanıyorsunuz. Böyle bir dönemde susamam. Susmak, yalan söylemek olur. Çünkü susmak, boyun eğmektir."
Devam ediyor: "Az önce burada ölüsevicilerin anlamsız çığlığını duydum, 'yaşasın ölüm' diye bir slogan atıldı... Bunu söyleyen General Millan Astray bir sakattır. Cervantes de öyleydi. Fakat General Astray, Cervantes gibi büyük bir adam olmadığı için, amacı bütün İspanya'yı da sakatlamak, kendine benzetmek!"
Ve sözlerini şöyle bitiriyor:
"Siz kazanacaksınız, çünkü kaba kuvvet sizin elinizde... Fakat sizde akıl da yok, hak hukuk da... Sizin gibi insanlara 'İspanya'yı düşünün' demeye gerek bile görmüyorum..."
Sonra da, tarihe geçecek o ünlü cümlesini söylüyor:
"Yeneceksiniz fakat ikna edemeyeceksiniz!"
Unamuno'nun yaptığı kelime oyunu ve uydurduğu kafiye ne yazık ki dilimize bozmadan tercüme edilemiyor. Cümlenin İspanyolca aslı şudur:
"Vencereis pero no convencereis!"
Sonra ne mi oldu? Unamuno'yu vurmak istediler. Franco'nun eşi engel oldu. Tutukladılar ve "ev hapsine" yatırdılar. Öldürmeye cesaret edemediler, dünyanın tepkisinden korktular, çünkü daha iki ay önce büyük şair Lorca'yı öldürmüşler, dünya ayağa kalkmıştı.

Fakat o müthiş ihtiyarın yüreği de bütün bunlara fazla dayanamadı, on hafta sonra tık dedi. Unamuno, insanlık tarihinin "mümtaz evlatları" arasında yerini aldı, ölümsüzlüğe kavuştu.

Hiç de öyle solcu molcu değildi, üstelik sağcı bile denilebilirdi kendisine. Ama, adamdı. Adam gibi adamdı.
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Hay Allah, biz bütün bu lafları neyin üstüne getirecektik yahu?





Sabah
9/06/2008

'Dinciler'in Marx Fobisi...

Atalay GİRGİN

Yazmak insana sözünün sahibi olma sorumluğu yükler. Erdemli olmanın gereği budur. Aslında yalnızca yazmak değil, söz söylemek bir sorumluluktur. Ağızdan çıkan her söz bağlar insanı. Ve insan söylediği söz yanlışsa ‘yanılmışım’ demeyi de, doğruysa onun ardında her şeye rağmen durmayı da bilmelidir. Ama bunun için öncelikle ne söylediğinin bilincinde olmalıdır.

Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde “Marx’ın gerçekten ateist olduğunu mu sanıyorsunuz?” başlığıyla yer alan, “Marx neden ateist değildi?” başlıklı yazım üzerine, Radikal okurları başta olmak üzere bir çok kişi yorumda, hatta kendilerince suçlamada bulundu. Yazıyı Radikal’den alarak tartışmaya açan onlarca internet sitesinde eleştiriden, suçlamaya dek uzanan yorumlar yapıldı. Bunları tek tek, isim isim yanıtlamam mümkün değil elbette. Bundan dolayı, yapılan eleştiri ve yorumları kendi içinde üç grupta sınıflayarak yanıtlamak gerek.

Birinci grup; yazıya dinsel açıdan yaklaşıp, yazıda yer alan dinle ilgili önerme ve düşünceleri harim-i ismetlerine bir saldırı sayanlar, yani dinciler. İkinci grup; “Marx’ın ateist olmadığını zaten bildikleri”ni söyleyenlerle, onun ateist olup olmamasının kendileri için önemli olmadığı, hatta “diyalektik materyalist bir insana nasıl ateist değildir dersiniz” diyenlerden ve yazının “başlıkta içerilen önermeyi temellendirmediği” eleştirisini yapanlardan oluşuyor. Son grup ise, sıradan bir yazıya bile neredeyse paranoyaya varacak denli komplocu yaklaşarak, yazıyı “Marx’ı şirin gösterme”nin, “din ile Marksistler arasında bir yakınlaşmanın tezahürü” olarak değerlendirenlerle, yazının “reklam yaptığı”nı ileri sürenlerden ibaret. Öncelikle birinci gruptakilerden başlayalım. Üçüncü gruptakiler içinse bağımsız bir yazıya gerek bile yok. İkinci grupta yer alanlara ilişkin yazıda değinirim. Yanıtlarımı iki yazıda toparlayacağım. Bu ilk yazı…

Din, toplumsal şizofreninin kaynaklarından biridir.

Bir zamanlar, abartılı bir biçimde söylendiğinde, yeryüzünün her metrekaresinde yaşayanların aslında Türk olduğu iddia edilirdi. Neredeyse Dünya’da yaşayan herkes Türk’tü. Yanı başımızda yaşayan Kürtleri görmeyip –ki onlar “Dağ Türküydü” zaten- Kızılderililere kadar ulaşıldı. Ama öte yandan nedense herkes, Türk olduğunun bilincine varamadığından olsa gerek, Türk’e düşmandı; “yedi düvel bir olup” Türk’ün karşısına çıkıyordu. Ve dolayısıyla “Türk’ün Türk’ten başka dostu” kalmıyordu.

Sonra, ayaklar suya erdikçe, bu iddia biraz esnetildi ve bugünkü Avrupalıların önemli bir kısmının “ön-Türk” kökeninden geldiklerine dönüştü. Bir müddet “ön-Türk” izleri arandı sağda solda, dağlarda mağaralarda... Ve sonunda elde kalan, nereden nereye dedirtecek denli zavallı bir, bari “Dünya Türk olsun” sloganı oldu. İsmet Özel gibileri de çareyi “Türklerin seçilmiş bir kavim olduğu” hüsnü kuruntusuyla avunmakta buldu.

Burada kestirmeden yazıp geçtiğim bu süreç önemli bir göstergedir : Yanılsamalı ideolojik bir bilinç halinin, giderek, nasıl şizofrenik bir algıya anlamlandırmaya dönüştüğünün göstergesi. Bunun vahameti ise bireysel değil, toplumsal oluşundadır. Gerçekliğe aykırı ve gerçeklikten kopuk olan her siyasal ve ideolojik yaklaşımın, sarmalına aldığı insanları ve toplumsal grupları sürükleyeceği nihai nokta şizofrenidir. Çünkü bu tür ideolojilerin öncelikle kendileri yanılsamalı ve şizofrenik bir bilinç halinin ürünüdürler. Ki dinler bu tür ideolojilerin en başında yer alır. Tüm eklektikliklerine ve birer tenakuz abidesi olmalarına rağmen, sorgulamaya ve eleştiriye kapalı kılınan kutsal metinleri de bunun temel kaynağıdır. Ve her biri kendini en değerli, en kutsal addeder. Neylersiniz ki hükmü meri olan gerçekliktir.

Yazıda yer alan konu bağlamında İslamiyet’in, Musevilik ve Hıristiyanlık’la birlikte anılmasında da onlardan sonra gelmesinde de herhangi bir sorun yoktur. Çünkü bu üç din kozmoloji açısından, evrenin yaratılışı anlayışında, yalnızca kendilerine özgü söylemsel farklılıklara sahiptir. Ne de olsa peygamberleri farklı; her insan kendi yaşadığı çağa ve kendi meşrebine göre söyleyecek elbette…

İslamiyet’in diğerlerine ve özellikle de Hıristiyanlığa göre temel farklılığı, Allah’ın evrene “hulûl etmemesi”dir. Yani evrenin dışında olmasıdır. Evrenin bir “dışı”nın olduğu kabulü; ister “genişliyor” deyin, isterse Allah’ın “genişletiyoruz” dediğini söyleyin, her durumda bir “son” ve bir “sınır” durumunun ayan beyan dışavurumudur. Bu ise bir merkezin tartışılmaz kabulü demektir. Çünkü tek bir merkez, ancak sonu ve sınırı olan varlıklar için olanaklıdır. Sonsuz ve sınırsız olanda ise merkez hem her yerdir hem de hiçbir yer… Ve adı geçen üç din için de merkez, İslamiyet’in kavramıyla söylersek, “eşref-i mahlukat”ın yaşadığı dünyadır. Musevilik ve Hıristiyanlık bir yana, İslamiyet, Aristo’nun ileri sürdüğü ve Batlamyus’un sürdürdüğü sonlu, sınırlı ve yer merkezli evren anlayışına esas olarak “eşref-i mahlukat”ı eklemiştir. Daha ötesi değil.

Hiç kimse bilim karşısında işlenen suçu, yalnızca Hıristiyanlığın sırtına yükleyip sıyrılmaya çalışmasın kendi “günah”ından. Çünkü o sıralar, ‘zıll-ullah’ın emriyle, Takiyeddin’in rasathanesi daha yenilerde yerle yeksan edilmişti Osmanlı’da. Dolayısıyla bu konuda yapılan itiraz, yorum ve eleştirilerin herhangi bir hükmü de geçerliliği ve doğruluğu da yoktur.

Söylenenlerin tümü, Galileo’dan ve daha özelde de G. Bruno’dan bu yana bilimin ileri sürdüğü ve Coğrafya ders kitaplarında bile yıllardır yerini almış olan “evrenin sonsuz ve sınırsız” olduğu tezi karşısında en hafifinden bir vaziyeti idare etme ve eldeki metni bilimsel bilgilere, verilere uydurma çabasıdır. Ebcedciler, şifreciler neden bu kadar revaçta sanıyorsunuz ki… Oysa İslamiyet de kozmoloji anlayışını borçlu olduğu Musevilik ve özellikle de Hıristiyanlık gibi, sonsuz ve sınırsız bir evren anlayışını kabul edemez. Çünkü bunu kabul ettiğinde “Arş” da “Arş”a dayalı ayet ve söylemlerin hükmü de tarih olur. Ki yazımda yer verdiğim önermelerin sonuncusu, kısmen Kuran’dan, Yunus suresinden alıntıdır. Hadi kimsenin hatırı kalmasın, buna Ra’d suresini de ekleyeyim, ama ayet numarası için Kuran’ı yeniden karıştırmamı beklemeyin.

Eleştirel yorumlarda adı anılan surelerdeki ayetler ve benim alıntıladığım ayetin yanı sıra Allah’ın “Arş’a istiva”sından söz eden, Ra’d suresi dahil pek çok başka ayet de söylediklerimi yanlışlamıyorlar. Aksine ve dahası “Arş”ı ve “Arş’a istiva”yı içeren her ayet, antropomorfik, yani insan biçimli bir Allah anlayışına da temel sunuyor. Ama bunları anlatmanın yeri burası değil.

‘Dinciler’in Marx’a ilgisi ve ondan korkusu

Dincilerin, Marx’ın ne olup olmadığı karşısında gösterdiği ilginin temelinde dinden kaynaklanan bir şizofrenik algı yatmaktadır.

Onların şizofrenik algısını koşullayanlardan biri “Her insanın fıtratından Müslüman olduğu” önermesidir. Tanrı’yla ya da dincilerin çok sevdikleri ve “El-İlah”ın bozulmuş bugünkü biçimiyle yazarsak, Allah’la temellenen bu önerme, gerçeklikle karşılaştırıldığında, her şeye kadir mükemmel bir yaratıcının, mükemmelliğinde ve kadirliğinde eksikliğin göstergesidir. Çünkü “fıtratından Müslüman” olanların büyük çoğunluğu bir bakmışsınız ki, Müslüman olmadıkları gibi, İslamiyet’e de karşılar. Tıpkı her yerde ve herkeste Türklük arayışından, herkesi Türk’e düşman olarak görmeye varan anlayış misali…

Önermenin neliği ile gerçeklik arasındaki bu çelişki karşısında, yanılsamalı ve daha da ötesi şizofrenik bir algıya sahip olmayan, bir zihin yarılması yaşamayan her insan, hem önermeyi sorgulamaya hem de gerçekliği yeniden anlamaya çalışır. Ancak dinciler, referansı “El-İlah” ya da Allah olan ve yaklaşık 1350 yıl öncesinden gelen önerme karşısında “akıl tutulması” yaşarlar. Önerme ve onun taşıdığı hüküm gerçekliğe uymamaktadır. Doğru değildir. Ama ne var ki, bu doğru olmayan, aksine yanlış olan önermeyi sorgulamak “El-İlah”ı, Allah’ı sorgulamaktır. “Akıl tutulması” ve şizofrenik bilinç hali bir dincinin bunu yapmasına engel olduğuna göre, geriye bir tek şey kalır : Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin dününde ve bugününde olup bitenlerde bir düşman ve şeytan aramak. Bunların başında da inanmayanlar gelir: Sadece kendi dinlerine değil, tüm dinlere… Dahası Tanrı’nın, “’El-İlah”ın/Allah’ın, adına ne derseniz deyin evrenin dışında doğa üstü bir gücün var olmadığını ileri sürenler… Çünkü tüm bu doğa üstü varlıklar, insanın eseridir.

Marx, işte bunları yazıp söyleyenlerin, yeryüzünde en fazla tanınanı ve bilinenidir. O bu niteliğine rağmen, düşünceleriyle insanları en az dinler kadar etkilemiştir. Hem de ileri sürdüğü sınıflar savaşımı öğretisine dayalı bir biçimde, üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak gerektiğini belirterek. Dolayısıyla dinciler, böyle bir insanın “ateist olmaması” düşüncesi karşısında, kendilerini haklı kılabilme umuduyla heyecanlanmışlardır. İlgilerinin nedeni budur. Ama bir de korkuları vardır : Bu korkuları ise Marx’ın mülkiyete ilişkin söyledikleridir. Dinciler, “Mülk Allah’ındır” söylemiyle üretim araçlarının özel mülkiyetini kutsarlar. Yalnızca mülkiyetimi..? Hayır!.. İnsanın insanı sömürüsünü kutsar onlar... Zaten “ganimet” de hem Allah’ın hem de Peygamber’in değil midir? Marx, onların kutsadığı özel mülkiyetin, nasıl talanla, gaspla, artı-değere el koymakla elde edildiğini ve kutsal hiçbir yanının olmadığını ortaya koymuştur. İnsanın insanı sömürüsünün kutsallaştırılmasında dinin meşrulaştırıcı ideolojik işlevini de…

Sözün özü, bir ideoloji olarak dinin ve bu ideolojinin işgüderleri olarak dincilerin, Marx’a ilgileri de ondan korkuları da devam edecektir. Çünkü, insanın ilgisi, her daim en çok korktuğuna yöneliktir. Ve onlar bilir ki dinin panzehiri de, ne deizm ve panteizmdedir ne de ateizmde… Bu panzehir, Marx’ın düşüncelerinde doruğuna ulaşmıştır. Dolayısıyla, korkmasın da neylesin dinciler…
Gönderen Atalay Girgin zaman: 6/06/2008 0 yorum

8 Haziran 2008 Pazar

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Gökhan Özgün
‘Mübalağalı yazı’
Deneye yanıla, sonunda Türkiye darbesini buldu. Türkiye demokrasisini aradığı yerde, darbesini buluverdi. Yargı denen darbeli matkap sonunda Anayasa’yı ta dibinden deldi.

Türkiye tartışılmaz darbeler döneminden, tartışılabilir darbeler dönemine geçti. Dikkat. Dikkat. Serbestçe tartışılabilir darbeler dönemi başlamıştır.

Darbe modernleşti. Buyurun, darbeyi tartışın. Gece gündüz tartışın. Şakalaşarak tartışın. Tatlı imalarla atışın. Ama n’olur, meseleye sükûnet ve itidalle yaklaşın. Demokrasi bunun için var. Gerçekten darbe oldu mu, olmadı mı? Bunu tartışmak, bunu araştırmak için var demokrasi.

Bu tatlı atışmalar bu modern darbenin anons müziğidir. Bu tartışmalar çok sesli Hasan Mutlucan’dır. Tek sesli darbeden ‘çok sesli’ darbeye geçtik. Medeniyet, sen nelere kadirsin.

Uyutularak tecavüze uğramış bir kadına döndük. Eskiden üstümüzü başımızı yırtıp kanlar içinde ırzımıza geçerlerdi. Çığlığımız dünyanın ta öbür ucundan duyulurdu. Şimdi tecavüzü ‘demokratça’ tartışıyoruz.

Ne oldu bize geçen akşam? Bilmem, sence ne oldu?.. Valla bence...

Canım, bi tanem, yalnız ve güzel Türkiyem, beni sakın yanlış anlama ama, bence geçen akşam sana fena halde darbe oldu.

Önce 27 Nisan oldu. Tam olamadı, çünkü cuntacılık artık magandalık. Bu devirde yakışmaz bize. O zaman gelsin, yargı darbesi. Bak bu darbe şık duruyor. İmajımıza uyuyor. İmaj her şeydir. Susuzluk hiçbir şey. Devam edin. Doğru yoldasınız. Hah bak, şimdi oldu. Ne güzel, ne medeni, bir yandan darbe olabiliyor, bir yandan da darbe tartışılabiliyor. Yoğurt gibi tarihe geçecek bir Türk buluşu. Namı diğer, ‘yeni Türk demokrasisi’.

27 Nisan’ın küflenmiş mayası tutmazdı. Bu taptaze bir maya. Bakın bu tutuyor. Darbe gittikçe meşrulaşıyor. Darbeye gittikçe alışılıyor. Darbe üzerine tatlı tatlı tartışıp darbeye alışmayan, herkesi darbeye alıştırmayanlar marjinalleşiyor.

Her darbe bir öncekinden daha vahim, daha hakiki oluyor. Darbeler hakikileştikçe, acı çığlıklar, ne idüğü belirsiz inlemelere dönüşüyor. Yalnız ve güzel Türkiyem tatlı uykusunda yoksa bilinçaltına mı teslim oluyor?

Vahim, çok vahim. Çünkü Anayasa Mahkemesi aslında Meclisi feshediyor. Anayasa’yı değiştirme ve kanun yapma yetkisini, kendine, yani ‘Yüce 11’ler Meclisi’ne bağlıyor.

Ben AKP olsam her şeyden, her yerden istifa ederdim. Tecavüz mahallini terk ederdim. Hükümet adı verilen “free lance” devlet memurluğundan, hatta milletvekilliğinden istifa ederdim.

Dün, vurulacak bir boynunuz vardı. Ama boynunuzu o kadar incelttiniz ki, artık vurulacak bir boynunuz bile kalmadı. Bu yüzden dertlenme AKP, artık olmayan boynunu vurmayacaklar. Vursalar, gürültü çıkar. Gürültü çıkarmak, tecavüzü teşhir etmek istemeyeceklerdir. Çünkü onlar da sizin gibi siyasetçi. Üstelik onlar iktidar. Siz muhalefet bile değilsiniz. Muhalefet olabilseniz, toptan istifa eder, gürültüyü siz çıkarırsınız.

Beni mübalağalı bulabilirsiniz. Ama hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki, dünyanın en mübalağalı memleketinde yaşıyorsunuz. Bu memlekette olan biteni mübalağasız anlamamızı, anlatmamızı isteyenler, bizden bu mübalağanın bir parçası olmamızı bekleyenlerdir. Kim olurlarsa olsunlar, en çok onlardan sakının.

“11 Dev Adam”ın resmini her yere asın. Muhtarlıklara, kıraathanelere, otobüs terminallerine asın. Evren paşa hazretlerinden hangi duvar boşalmışsa, oraya asın. Altına, sen çok yaşa ‘Yüce 11’ler Meclisi’ yazın. Biz, hiç olmazsa tecavüzcülerimizi tanırdık, bırakın çocuklarımız da tanısın.

Artık bir cuntaya göre daha yumuşak, ve fakat donuk, katılaşmış bir Türkiye’de yaşamaya başlıyoruz. Yoğurt kıvamında bir Türkiye demek yerinde olur. Bundan böyle, tartıştığınızı zannedeceksiniz. Hayaldir. Hareket ettiğinizi zannedeceksiniz. Hayaldir. Zamanın geçtiğini zannedeceksiniz. Hayaldir. Hayal ettiğinizi zannettiğinizde ise, rüyadır.

Yepyeni bir ‘matrix’ bu. Bu ‘matrix’in dışına çıkmaya çalışanlara ‘hain’ muamelesi yapılacak. Sakın şaşırmayın. Bir de hâşâ bu taştan cumhuriyetin altına bir daha elinizi sokmayın.

Bugün laikliği yorumlayanlar, yarın, demokrasiyi ve sosyal-devleti de yorumlayabilirler. Anayasanın 2. maddesinde yalnızca laiklik yok. Demokrasi var... Sosyal devlet var... Atatürk milliyetçiliği bile var. ‘Yoğurtlanacak’ daha neler neler var.

Bir gün bu ülke bir MHP genel başkanından demokrasi dersi alacak duruma düşecek deselerdi, mübalağa etmeyin derdim. Mübalağa etmiyorum. Valla derdim.

Neyse ben sizi bölmeyeyim, siz tartışmaya devam edin.

07.06.2008

7 Haziran 2008 Cumartesi

BEYAZ AYI

8-9 yaşlarında bir çocuk var, bu çocuğun en sevdiği şey yatak
odasındaki dolaba girip oyuncak beyaz ayısı ile oynamak.
Yalnız bu duruma annesi çok kızıyormuş çünkü kocası yokken sevgilisini eve getiriyormuş.
Yine bir gün annesi sevgilisi ile dışarıda iş üzerindeyken çocuk
dolapta beyaz ayısı ile oynuyormuş... Bu sırada kadının kocası gelmiş kapı çalınmış, kadın panik ile adamı dolaba sokmuş..
Bu sefer kocasıyla dışarda sevişmeye başlamışlar.
Bu sırada içerde çocuk ve adam karşı karşıya oturuyorlar.. bi süre sonra;
- Amca
- Efendim
- Benim bi beyaz ayım var..
- Eee
- Sen onu alıcaksın
- Cocuğum ben koca adamım ne yapayım ayıyı
- Yok yok alıcaksın..
- Almicam ulan
- Alıcaksın, yoksa çıkar babama söylerim
- Peki peki sus... ne kadar
- 50''
- Hadi lan.. ben 50 dolar vermem ona
- Peki bende çıkar babama söylerim...
- Peki peki... al şunu..
aradan bi süre geçmiş;
- Amca
- Ne var
- Ayımı geri ver''..
- Hadi lan ben ona 50 dolar saydım..
- Vericeksin, yoksa çıkar babama söylerim..
- Peki lan velet al şunu sus..
biraz sonra;
- Amca
- Ne var
- Benim beyaz ayı varya...
- Eee
- Sen onu geri alıcaksın 100 dolara
- Hmmppf''
Bu böyle sabaha kadar devam etmiş.. çocuk adamın cebindeki tüm parayı almış. Ertesi gün gitmiş... Paralarla kendisine bir bisiklet almış..
Eve dönmüş annesi bisikleti görmüş;
- Bunu nerden buldun? demiş.
O da;
- yerde para buldum onunla aldım. demiş..
Annesi;
- Olmaz çocuğum sen günah işlemişsin, git bisikleti geri ver,
parayı geri al''.. Sonra o parayı kiliseye bağışla.. Gitmişkende
parayı nasıl bulduğunu anlat ve günah çıkar demiş...
Çocuk istemeye istemeye gitmiş, bisikleti geri vermiş, parayı almış..
Sonra parayı kiliseye bağışlamış ve günah çıkarma odasına girmiş...
Rahip kabinin diğer tarafından seslenmiş;
- Buyur çocuğum
- Rahip amca benim bi beyaz ayım var
Rahipten gelen cevap;
- S..tirrrrr gitt laaaaaaaaaaaaaaaaaaaaan

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
Ahmet Altan
Hukuku öldürmek...
Bizim hukukçular hukuku hiç ciddiye almadıklarından, oynadıkları oyunun tehlikesinin de farkında değiller.
Hukukmuş, yasaymış, anayasaymış hiç aldırmıyorlar, kırıp döküyorlar.
O kadar hukuku unutmuş vaziyetteler ki 12 Eylül’ün o “baskıcı” anayasası bile bunlara yetmiyor.
Delip geçiyorlar.
Fransız Devrimi’nin en yakışıklı ve en genç liderlerinden Saint Just’ün sözünü bildiklerini bile sanmam.
“Devrim,” diyor Saint Just, “silahların değil, yasaların patlamasıdır.”
Bizim yargıçlar da yasaları patlatıyorlar.
Sonucun ne olabileceğine dair en küçük bir kaygı bile taşımıyorlar.
Anayasayı açıkça çiğniyorlar.
Meclis’in yetkilerini gasp ediyorlar.
Milli iradeyi tümden yok sayıyorlar.
Ve, yetmiş milyonluk bir toplumun hayatla ilgili taleplerini dile getirmesini engelleyerek, ülkenin nefes borusunu sıkıyorlar.
Nefessiz bırakıyorlar.
Ankara’daki birkaç hukukçu bütün topluma hükmediyor.
Şimdi bakın, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını “türbanla” ilgili görerek kendi meşrebinize göre sevinir ya da üzülürsünüz.
Ama bu karar “türbanla” ilgili değil.
Bu karar, bu ülkenin geleceğiyle ilgili.
Bundan sonra bu ülkede yapılacak seçimlerin, siyasi partilerin, parti programlarının, parlamentonun, parlamentodaki tartışmaların, halkın isteklerini dile getiren siyasetin hiçbir önemi kalmayacak.
Yetmiş milyon insan toplanıp haykırsanız, sizin istedikleriniz değil Ankara’daki 11 yargıcın istedikleri gerçekleşecek.
Üstelik de hukuka ve anayasaya aldırmayan, kendini hukuka bağımlı saymayan 11 yargıcın.
Nasıl bir karabasanın içine girdiğimizin farkında mısınız?
Kendi hayatınızla ilgili hiçbir söz hakkınızın kalmadığının farkında mısınız?
Bir anda toplumun 40 yıl önceye döndüğünün farkında mısınız?
On bir kişinin bütün toplumu esir aldığının farkında mısınız?
Bu ülkenin şu anda sıkıştığı köşeden çıkabilmesi, özgürleşebilmesi, gelişebilmesi için hiçbir şey yapamayacaksınız.
Çünkü ülkenin gelişmesini, demokratikleşmesini, özgürleşmesini istemeyen, kendilerini toplumun “başöğretmenleri” sayan, hukuktan ve çağdan uzak bir grubun elindeki yetmiş milyonluk bir rehine grubusunuz.
Yargıçların bilmediği şu:
Yetmiş milyon, 11 kişiye ilanihaye esir olmaz.
Toplumun üstündeki baskıyı ve basıncı çok artırıyorlar.
Aldırmazca, fütursuzca, pervasızca koca toplumu bir cendereye hapsetmeye çalışıyorlar.
Bunu cüppelerine ve arkalarındaki duvara yansıyan daha iri gölgelere güvenerek yapıyorlar.
Açıkça suç işliyorlar.
Ve, “siz bizi yargılayamazsınız” diyorlar, “biz sizi yargılarız.”
Bu ülkede “hukuk” isteyenler yargılanacak.
Hukuku yok edenler yargılayacak.
Bunun yaratacağı güvensizliği düşünebiliyor musunuz?
Hanginizin canı, hanginizin malı güvende artık?
Hukukun olmadığı yerde güven nasıl olsun?
Güvenin olmadığı yerde insanlar nasıl yaşasın, nasıl yatırım yapsın, nasıl iş bulsun?
Öyle bir kördüğümün içine girdik ki buradan ancak parlamentonun, siyasetin, siyasilerin, toplumun çok kararlı hamleleriyle çıkabiliriz.
Kürt meselesinde dün büyük bir açılım yapan CHP’nin hukuk konusundaki tutuculuğunun devamı, “siyasetin” bir bütün olarak davranamayacağını gösteriyor.
O zaman, hukuk ve demokrasi isteyen partiler birleşecek.
Bir çıkış noktası bulacak.
Aksi takdirde patlar bu toplum.
Üstüne kapanan bu çelikten kapağın altında nefes almadan yaşamaya tahammül edemez.
Yasalar infilak eder.
Yargıçların yasalara uymadığı yerde kimse yasalara uymaz.
Bir cehenneme döner ülke.
Bu toplum hukuk için direnmek zorunda.
Hukuksuzluğun hesabını hukukçulardan, hukuk adına sormak zorunda.
Hiç akıllanmıyorlar.
İttihatçılar koca imparatorluğu böyle hukuka aldırmayarak parçaladı.
Elde kalan son parçayı da bunlar darmadağın etmeye uğraşıyorlar.
Kendimizi korumak için hukuka ihtiyacımız var ama hukukçumuz yok.
Yapabileceğimiz tek bir şey kalıyor.
Hepimiz hukukçu olacağız.
Hukuku öğrenecek, her hukuksuzluğu onların yüzüne vuracağız.
Kendimizi kendimiz kurtaracağız.
Hukukçular gemiyi terk etti.
Bundan sonra yolu kendimiz bulacağız.

06.06.2008

4 Haziran 2008 Çarşamba

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
"Şeriat değil ama sığ, baskıcı bir muhafazakârlık gelebilir. Çünkü bizim başkasına baskı yapmayan bir dünyamız yok. Gücü eline geçiren baskı yapar burada. Kendi değerlerimizi dayatmadığımız zaman rahatsız oluruz biz. Bir tarafta Kuran asılır. Kimse anlamadığından zararsızdır. İnsanlar dinlerini biraz Şaman ve Orta Asya gelenekleriyle daha neşeli yaşama imkânı sağlarlar böylece. Kuran’ı aşağıya indirip de anlamaya başladıklarında, daha sert bir İslam uygulaması çıkabilir"
Modernleşiyor muyuz peki?
Sanayileşmeyle ve şehirleşmeyle yavaş yavaş modernleşiyoruz. Ayrıca şansımız da var. Çünkü dünya bize yardımcı oluyor. Avrupa Birliği gibi dışsal faktörler modernleşmemizde çok etkili oluyor. Eğer AB’yle ilişkiler daha organik hale gelirse, Avrupa mahkemelerinin kuralları, ilkeleri hayatımıza yansırsa ve fert başına milli gelir 15-20 bin dolar olursa, bizde de modernleşme olabilir. Yalnız şu da var. İnsanlar, eğitim, şehirleşme ve demokratikleşme sayesinde ortaya çıktıklarında, İslam’ın kamusal alanı etkisi altına alma gücü ve arzusu gösterip göstermeyeceğinden emin olamayız. Demokrasi geliştikçe İslam kamusal alanda daha çok yer almak isteyebilir. İslamın gelişmesi demokratik bir hayatı imkânsız hale getirebilir.
Yüksek dindarlığı kim temsil ediyor?
Hiç kimse... Yaşanan İslam köylü İslamdır, kasaba İslamıdır. Yaşanan cumhuriyet de köylü cumhuriyetidir. Gerçek bu. Sığlık bu yüzden. Burası köylü toplumu hâlâ. Cumhuriyet şehirli cumhuriyeti, İslam da şehirli İslamı haline gelince, burası modern bir toplum olacak. Çünkü bizde her şey dindir. İslam’ın dışında bir kültürümüz, ahlakımız, hukukumuz, felsefemiz olmamış bizim.

3 Haziran 2008 Salı

AİHM türban kararını değiştirmiyor

AİHM türban kararını değiştirmiyor: "AİHM türban kararını değiştirmiyor
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ilköğretim okullarında türbanla derslere girmek isteyen öğretmenlere bir kez daha olumsuz yanıt verdi."
AİHM, davacıların, derslerde türbanlarını çıkartma zorunluluğunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din özgürlüğü ve ayrımcılıkla ilgili maddelerinin ihlali anlamına geldiği tezlerini geri çevirdi. Mahkeme, kamuya ait okullarda öğretimin tarafsızlığına saygının önemine vurgu yaptığı kararında, bu konuda daha önce aldığı kararlar temelinde davacıların başvurusunun din özgürlüğü ve ayrımcılıkla ilgili bölümlerini kabul etmedi.

Mahkeme buna karşılık, davacıların, haklarındaki İdari Mahkeme kararına karşı Danıştay önünde yaptıkları itiraz sürecinde, başsavcı görüşünün kendilerine zamanında iletilmemiş olmasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanmayla ilgili maddesine aykırı olduğu sonucuna vardı.

Mahkeme, davacıların 400 bin Euro’luk maddi ve manevi tazminat talepleri ile 20 bin Euro’luk mahkeme masrafı başvurularını da reddetti.

2 Haziran 2008 Pazartesi

GEÇMİŞ VE GELECEK: Nazım Hikmet :: www.sendika.org

GEÇMİŞ VE GELECEK: Nazım Hikmet :: www.sendika.org

Nazım Hikmet :: www.sendika.org

Nazım Hikmet :: www.sendika.org
Nazım Hikmet
15 Ocak 1902'de Selanik'te doğdu. Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirdi. Hamidiye Kruvazörü'nde güverte subayı iken, sağlık nedeniyle askerlikten ayrıldı, bu arada ilk şiirlerini yayımladı.
1921 başlarında Kurtuluş Savaşı'na katılmak için Anadolu'ya geçti, Bolu'da öğretmen olarak görevlendirildi.
Daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'ne (KUTV) yazıldı. Burada siyasal bilimler ve iktisat okudu.
1924'te yurda döndü. Aydınlık Gazetesinde yayınlanan yazı ve şiirleri yüzünden on beş yıl hapsi istenince yeniden Sovyetler Birliği'ne gitti.
1928 Af Kanunu'ndan yararlanıp tekrar yurda döndü. Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı.
1932'de yeniden dört yıl hapse mahkûm olduysa da, bu kez Onuncu Yıl Affı'ndan yararlandı. Gazetecilik yaptı, film stüdyolarında çalıştı.
1938'de orduyu ve donanmayı isyana teşvik ettiği iddiasıyla 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldı. Çankırı ve Bursa cezaevlerinde yattı. 1950'de özgürlüğüne kavuştuysa da sürekli olarak izlenmekten kurtulamadı; kitaplarını yayınlatma, oyunlarını oynatma olanağı bulamadı. Askere alınması kararlaştırılınca Romanya üzerinden tekrar Moskova'ya gitti.
1951'de T.C. yurttaşlığından çıkarıldı.
3 Haziran 1963'te bir kalp krizi sonucu yaşama veda etti. Moskova'da Novodeviçye Mezarlığı'nda toprağa verildi.

Nâzım Nâzım - Gülten Akın

Suç çağında suçsuzluğa katlananları
Ben şairim, nasıl bağışlarım
Gül değse incinen bu yürek
Yandı bir başka biçimde Nâzım Nâzım

Tavus tüylerine şiir dizdiler
Can gözüyle baktım ayağını gördüm
Yani çirkinliği gördüm, yani cüceliği gördüm
Ömrümde kişiye şiir yazmadım

Nâzım Nâzım

Yurdunu satanın adını anmam
Hayına hırsıza yok sözüm
Duydum ki dünyayı aşıyorlar
Yadellerin yiğitleri, dal boyluları
Ne sağcı oldular ne solcu
Beni aşsın diye doğurduklarım
Bir kez daha yandık, bir kez daha yandım

Nâzım Nâzım

Her bilgi bir yeni burjuva
Her üst okul birkaç kuru başı çekip çıkarmaya
Ne alçalma bir lokma bir çul için
Bir yol bulup kurtulan kurtulana
İttin sınıfını rahatını, düştün mapusa yokluğa
Bey soylum paşa soylum güzel emekçim

Nâzım Nâzım

Ülkende şiirlerin dolanıyor
Kavgan içten içe sürüp dayanıyor
Uzak mezarında bir kırmızı karanfil
Ne denli tutsam kendimi
Usul usul bir yerlerim kanıyor
Sonsuz gurbetçim, koca şairim

Nâzım Nâzım

Suç çağında suçsuzluğa katlananları
Ben şairim, nasıl bağışlarım
Gül değse incinen bu yürek
Yandı bir başka biçimde Nâzım Nâzım

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'
NEŞE DÜZEL: Bizim üst düzey yargı bürokrasisinde tuhaf bir hareketlilik ortaya çıktı. Önce Yargıtay, ardından Danıştay birer ‘muhtıra’ yayınladı. Bunlar, hukuki olmaktan ziyade siyasi metinler. Niye bizim Yargı siyasete müdahale etmek istiyor?

Doç. Dr. SERAP YAZICI: Yargının bu tutumu yeni değil. Gerçi bugün en yüksek düzeyine ulaştı ama, 1961 Anayasası’ndan beri sürüyor bu tutum. Çünkü biz, temsili demokrasinin gerektirdiği siyasal kültüre sahip değiliz.

Anlamadım...

Cumhuriyet’in kuruluşunda belirleyici olan seçkinler, halkın serbest iradesiyle belirlenen siyasal organlara karşı güvensizlik besliyorlar. Halkın kendi geleceği için doğru tercihler yapabileceği kanısında değiller. Bu yüzden de bu tercihleri denetliyorlar ve bu denetimi de son derece meşru telakki ediyorlar. Yargı da bu denetim rolünü yerine getiren organlardan biri oluyor.

Yargının siyasete müdahalesi niye 1961 Anayasası’yla başladı peki?

Çünkü 27 Mayıs müdahalesini yapanlar, tüm dikkatlerini iktidarı sınırlamaya ve azınlık haklarını korumaya odakladılar. Yani azınlık haklarının korunmasını sağlayan bir anayasal düzen yaratmaya odaklandılar.

Azınlık kim?

Cumhuriyet’in kurucuları... Çünkü Cumhuriyet’in kurucuları 1950-60 yılları arasında artık iktidarda değillerdi. Hem toplumsal hem siyasal anlamda azınlıktılar artık onlar. Dolayısıyla 1961 Anayasası, seçilmiş iktidarı sınırlamak isteyen bir anlayışla hazırlandı. Yargı burada yasama ve yürütmenin iktidarını sınırlamanın bir güvencesi olarak algılandı. Böylece devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında bir hiyerarşi yaratıldı. En tepede yargı yer aldı. Oysa Batı’da “kuvvetler ayrılığı” ve “hukuk devleti” dendiği zaman bu üç temel organ eşit konumdadır ve yetkilerini anayasal sınırlar içinde kullanmakla yükümlüdürler.