19 Nisan 2009 Pazar

SEARCH-EARN DEN YENİ BİR KAZANÇ OLAYI

Kazantel.com' a Üye Olan Search-Earn Kullanıcılarına 5.000 SE puanı veriyoruz!

S&E'den Accounts Pro üyelerimize bir özel fırsat daha. S&E'nin yeni devreye alınan ve mobil iletişimde çok ses getirecek Kazantel projemizde de kazançlarımızı S&E'de bizlere inanmış üyelerimizle paylaşmaya devam ediyoruz.

Kazantel'e katılan Accounts Pro üyelerimiz anında 5.000 Accounts Pro SE puanı kazanacaklardır.

Accounts Pro üyelerimiz direkt referanslarından Kazantel'e kazandırdıkları üyelerden 1.000 SE puanı, SE alt grup referanslarından gelen üyelerinden de 100 SE puanı kazanacaklardır.

Kampanya koşulları:
1. Referanslı veya referanssız gelen www.kazantel.com üyeleri kampanyada geçerlidir.
2. Accounts Pro üyelerinin Accounts Pro profil bilgileri ile www.kazantel.com üyelik cep telefonu bilgileri aynı olmalıdır.
3. Kampanya kapsamında bir üyeden tek sefer puan ödemesi yapılır.
4. Kampanya kapsamında puanlar 20-30 Nisan aralığı için 10 Mayıs tarihinde, diğer zamanlarda üye olanların puanları ise aylık olarak takip eden ayın 10. günü hesaplara işlenecektir.
6. Bu kampanyada kazanılan puanlar SE Accounts Pro site üyelikleri kapsamında ödenmektedir.
7. Bu kampanyadan yararlanabilmek için Accounts Pro üyesi olmak şarttır.
8. Bu kampanya kapsamında üye olunacak site www.kazantel.com sitesidir. www.kazantel.com

SEARCH-EARN Kullanıcısı olmanız için lütfen üye olun;

http://www.search-earn.com/sevdor




11 Nisan 2009 Cumartesi

Suç bizim günah bizim

Bir zamanların, “Suç senin, günah senin” diye başlayan popüler şarkısını, geçenlerde bir televizyon programını izlerken hatırladım. Ekranda, bu türden programların artık ne söyleyeceklerini ezberlediğimiz gedikli uleması değil, gençler vardı. Geç bir saatti, ama gençleri görünce umutlandım; gençliğin isyankârlığını, kalıpları, putları yıkan ataklığını yansıtan bir şeyler, yeni fikirler, yeni sözler duyacağımı umut ettim.

Programı hazırlayanlar farklı ideolojik kanat ve örgütlerden gençleri toplamışlardı stüdyoya. Hani bizim zamanımızın sloganıyla; yüz çiçek açsın, yüz fikir gelişsin, diye. Azı kız, çoğu erkek, yanılmıyorsam on dört gençti. Biraz geç açtığım için, Obama’nın Türkiye ziyaretinin değerlendirmesine odaklanmış programa katılanların tümünü baştan dinleyemedim; eksiğim yanlışım, haksızlığım varsa bu yüzdendir; affola... Ama dinleyebildiğim, seyredebildiğim kadarı, hevesimi umudumu kursağımda bırakmaya, derin derin ve kara kara düşündürmeye yetti.

Karamsarlığıma yenilip toptancı bir bakışla haksızlık etmemeliyim; Lambda’dan gelen genç, Ermeni gencimiz, Genç Siviller’in temsilcisi, bir de örtülü örtüsüz genç kızlar; üsluplarıyla, geniş bakışları, ayrımcılığa karşı özgürlükçü fikirleriyle fark yaratıyorlardı. En önemlisi de bugünün dünyasını anlamaya çalışıyorlardı. Arada kaçırmış olduğum, izleyemediğim benzer genç katılımcılar olabilir; ama beni kara kara düşündüren, ulusalcı Kemalist “sol”un çeşitli gençlik örgütlerinden gelen gençlerin, sosyalist solun gençlik temsilcisi konumundaki gencin, milliyetçi mukaddesatçı gencin, Alperen Ocakları temsilcisi gencin fikirlerinin özünün ve söylemlerinin, inanılmaz biçimde birbirinin kopyası olmasıydı. Aynı katı, içi boş, slogancı söylem, kendi fetişleştirilmiş kavram ve değerlerinin mutlaklığına inanmış, farklı olanı düşman ilan eden, diyaloga kapalı tutum; söyleneni kavramaya çalışmak, üzerinde düşünüp kendi fikrini üretmek yerine, olguları şablonlara uydurmaktaki benzerlikleri; bilgi ve derinleşme eksikliği, kavram kargaşası... Beni asıl acıtan: sağı, solu, milliyetçisi, Türk-İslam sentezcisi, ulusalcısı, kendisini sol ve de sosyalist sayanıyla, yaşları yirmilerdeki bu gençlerin kırk yıl öncesinin sloganlarını, bakışlarını, düşünce kırıntılarını, kırk yıl öncesinin söylem ve eylem modellerini, dünyanın bu son kırk yılda nasıl değiştiğini hiç düşünmeden aynen tekrarlamalarıydı.

Sosyalist bir partinin gençlik örgütünden gelen temsilcinin, Obama ve ABD’ye karşı mücadelede “Kommer’in arabasının yakıldığı ve 6. Filo mürettebatının Dolmabahçe’den denize atıldığı” günlerin ruhuna ve anlayışına duyulan özlemi dile getirmesi bunun en açık ifadelerinden biriydi. Obama’nın Türkiye’ye gelmesi öncesinde ve sırasında, ulusalcı veya sosyalist soldaki gençlik örgütleriyle koyu İslamcı, milliyetçi-mukaddesatçı gençlik örgütlerinin protesto modellerinin benzerliği de dikkat çekiciydi zaten: Obama’nın fotoğrafları ayaklar altında çiğneniyor, ABD bayrakları yakılıyor, “katil Obama” diye bağırılıyordu.

Çift kutuplu dünyadan ABD’nin mutlak hegemonya dönemine geçilirken emperyalizmin nasıl, nereye doğru evrildiğini; sömürü biçimlerinin, evet daha da ağırlaşarak ve sinsileşerek, ama nasıl değiştiğini; başdöndürücü teknolojik devrimin kapitalizmi nasıl etkilediğini ve bunun emekçi sınıflara nasıl yansıdığını; günümüzde “devrim”in ne anlama geldiğini, bunun gibi yüzlerce can alıcı soruyu hiç sormuyorlardı. Kendilerine solcu veya ulusalcı diyenler kırk, kırk beş yıl önce bizler neler söylüyorsak onları söylüyorlardı. Milliyetçi mukaddesatçı söylem ise, kırk yıldan da daha eskilerdeydi. Seksen yıl öncesinin Türklük ve Müslümanlık söyleminin cafcaflı ama kof sloganlarını tekrarlıyordu.

Bu gençleri dinlerken, yıllar öncesine gittim, nostaljik bir hüzünle televizyon ekranına öylece bakakaldım. Ama nostalji, yani geçmişe özlem yaşlılara özgü bir ruh halidir sevgili gençler. Başdöndürücü hızla değişen bir dünyada ve onun parçası olan Türkiye gibi bir ülkede kırk yıl, elli yıl önce doğru olanın, ileri olanın, devrimci olanın bugün de devrimci ve doğru olabileceğini, hele de kendilerini solda sananların kitabı yazmaz.

Televizyonu kaparken hüzünle düşündüm: Hepsi pırıl pırıl güzelim gençlerdi. Onların genç kafalarını iğdiş eden, gençliğin gerçekten devrimci, yaratıcı isyan duygularını çarpıtıp resmî devlet ideolojisinin ya da sağın veya solun kendi resmî ideolojilerinin askerleri haline getiren, genç kafaları dumura uğratan biraz da bizlerdik; bizim kuşaklardı. Partilerinde, örgütlerinde, tekkelerinde, cemaatlerinde, gençleri kendi nostaljilerine tutsak eden, sorgulamayı ihanet ya da kâfirlik sayan “devimci abiler”in ya da “milliyetçi muhafazakâr şeyhler”in; sorgulayan, özgür düşünceli bireylerden korkan irili ufaklı bütün muktedirlerin günahlarının izlerini taşıyorlardı kafalarında.

Genelleştirmek kötüdür, çoğunlukla yanıltıcıdır, biliyorum. Ama izlediğim o TV programı bana, yarının barışçı, özgür Türkiye’sinin, bugün marjinal sayılıp ötekileştirilen, ayrımcılığa uğratılan, mağdur edilen, böyle olduğu için düzeni derinlemesine sorgulayan ve isyan eden gençlerin hele de kadınların eliyle kurulacağını düşündürdü. Bence bizler, onların üzerindeki baskıları kaldıralım, yollarına kendi nostaljimizin ve hatalarımızın taşlarını döşemeyelim, yeter.

Oya Baydar



6 Nisan 2009 Pazartesi

Devletin zirvesi esas duruşta

Oya Baydar

Bir oğul yitirmek ne demektir? Oğlunu yitiren analar bilir. Eşini yitirmek ne demektir, nasıl sonsuz bir boşluktur arda kalan? Ya babayı yitirmek? “Sizin hiç babanız öldü mü, benim bir kere öldü, kör oldum” dizeleri anlatır o acıyı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ve beraberindekilerin ölümü bir kere daha bu acıları hatırlattı bana.

Bütün yakınlarının acılarını içimde duydum, ölüm karşısında çaresiz kalan insanın acısını yüreğimle paylaştım. Partililerin taşıdıkları “Üşüyoruz Başkan” yazan dövizlerle üşüdüm. Hiç kimse üşümesin, kimse kazalara kurban gitmesin, hiçbir canlı acı çekmesin diye çaresiz dilekler diledim.
Ardından yakılan ağıtlar, partililerin, sevenlerinin bağlılık ifadeleri, isyanları; televizyonlardaki, gazetelerdeki övgüler, göklere çıkarmalar... Hepsi, paylaşmasam da anlaşılabilir tepkilerdi.
Sonra cenaze törenini izledim ve hatırladım. Hatırlamaz olaydım da, ötekinin acısını içinde duymanın arındıran saflığını kaybetmeseydim; hatırlamaz olaydım da, unuttuklarımın yükü böyle taş gibi oturmasaydı vicdanıma. Ama hatırladım...
Cenaze töreninde ordu-devlet, derin devlet, sığ devlet, derin muhalefet, sığ muhalefet, hükümet erkânı; Genelkurmay Başkanı’ndan Cumhurbaşkanı’na, Meclis Başkanı’ndan Başbakan’a, Demirel’den Erbakan’a, Çiller’den Rahşan Ecevit’e, devletin, siyasetin gelmiş geçmiş zirvesi saf tutmuştu. Gladio da oradaydı, en kodaman Susurlukçular, Mehmet Ağar’dan Korkut Eken’e oradaydılar. Ve tabii maşaları, tetikçileri de. Devletin aile fotoğrafının eksikleri de vardı. Denktaş örneğin ve bir de tutuklu olduklarından mazeretleri yüzünden gelememiş Ergenekoncular ve de Ogün Samastlar, Yasin Hayaller... Hepsi, tek vücut, tek yürek oradaydılar. Yoksa bunların hepsi tarikat ehli Nakşibendî de ondan mı toplanmışlar böyle aşkla şevkle diye düşündüm bir an, sonra baktım, hayır, ortak paydaları bu değil. Peki o zaman, “zirve”yi Yazıcıoğlu’nun cenazesinde böyle görülmemiş şekilde biraraya getiren nedir, diye sordum kendi kendime.
Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın şu sözlerini okumasaydım, cevabımı kendime saklayacak, bu satırları da yazmayacaktım: “Bundan sonra hepimize düşen, Yazıcıoğlu’nun gittiği yolda, savunduğu ilkeler etrafında, milletimizin birliği, beraberliği ve huzuru için mücadele vermektir. Ne büyük insandı ki kazasında, vefatında milletimizi birleştirdi, bütün siyasi düşünceleri birleştirdi” diyordu Toptan.
Vicdanım isyan etti. “Bölük dur, Meclis Başkanı sen de dur!” diye haykırdım o zaman. Evet, sizler, Yazıcıoğlu’nun “ilkeleri” etrafında milleti birleşmeye çağıranlar, orada durun! 1980 öncesini hatırlayamayacak yaşta değilsiniz hiçbiriniz. Muhsin Yazıcıoğlu Türkiye’nin en korkunç cinayetlerinin işlendiği, sağ-sol çatışması adı ve görünümü altında en kanlı katliamların gerçekleştirildiği ve adım adım 12 Eylül darbesinin hazırlandığı yılların, akan kanda en büyük suç payına sahip Ülkü Ocakları’nın Başkanı’dır. Abdullah Çatlı’nın en yakın dava arkadaşı, 1978-1979’un kanlı Ülkücü eylemlerinin yönetim ve emir merkezinin en üstündedir. Susurluk’ta ölen “Büyük Reis” Abdullah Çatlı’nın cenazesinde, Drej Ali ile birlikte mezara çiçek koyarken “O bir Kılıçtı (Gladio)” diye Çatlı’nın kendisi ve ideolojisi için en önemli vasfının altını çizerek katillere övgü düzendir. Hadi diyelim ki bu bir ülküdaşa vefa duygusudur, biraz daha geriye gidelim o zaman. Belki sizler unuttunuz efendiler, ama biz canımızı zor kurtardığımız ve en yakın arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin bizim kadar şanslı olmayıp hayatlarını kaybettikleri o günleri unutmadık. Yüzlercesi değil binlercesi arasından sadece birkaç kanlı olay: 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi katliamı, 10 Ağustos Balgat katliamı ve en korkuncu: 9 Ekim 1978, Ankara Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin öldürülmesi...
Bu katliamın baş aktörlerinden, sonraki yıllarda Mehmet Ağar’ın koruyup kolladığı, hapishanelerden kaçırttığı, kaçakken nikâh şahitliğini yaptığı baş adamlarından Haluk Kırcı’nın kendi ifadesinden birkaç satır: “Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımıza karar vermek için Abdullah’a (Çatlı) birini gönderdik. Eter ve pamuk vermiş, hepsini tek tek bayıltıp öldürelim, demiş. Dışarı çıkıp Abdullah’la konuştum. Evde öldürmek zor olacak, ikişer ikişer götürüp öldürelim, dedim. İki kişiyi büyük reisin arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük.....böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, ‘tek tek boğalım bunları’ dedi, bir tanesini zorla boğdum..... Diğer dördünü bu şekilde öldürmek zor olacaktı... Sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermileri boşalttım, sonra silahı götürüp Abdullah’a verdim....”
O sırada Büyük Reis Çatlı, Ülkü Ocakları İkinci Başkanı; Genel Başkan ise, kankası Muhsin Yazıcıoğlu.
Sonra 12 Eylül. Ülkü Ocakları davasında ve çeşitli davalarda Yazıcıoğlu baş sanık, ama ceza almadan kurtulanlardan biri. Hapishanede düşünmüş, vicdanına danışmış, o yılların cinnetinin ve kanının muhasebesini yapıp yanlışı görmüş, nedamet getirmiş midir? Belki de öyledir. Ama sonraki siyasi hayatında bunu alenen yaptığını duymadık. Yeniden parti kuran, parti başkanı olan bir siyasi figür, üstüne sıçramış kanı milletin gözünün önünde yıkamazsa, nedametin anlamı yoktur. Çatlılara övgüler düzmeyi sürdüren de, Susurluk hükümlüsü Korkut Eken tahliye olurken karşılama törenini omuzlayan da onun kadrolarıdır. Dahası; son yılların, Türklük ve islamlık motifleriyle işlenen Rahip Santoro cinayeti, Hrant Dink cinayeti ve benzerlerinde kullanılan tetikçilerle örgütsel bağlarını reddetse de, fotoğraflar ve veriler bu yarım ağız reddi inandırıcı kılamamıştır. Kürt, meselesinde, Ermeni meselesinde kendisinin ve örgütünün tavrı apaçık ortadadır.
Cenazeyi izleyip, hepimizi onun yolunda birliğe çağıranları işitince, orada saf tutanların ortak paydasını kavradım: Yazıcıoğlu onların “devlet”ten anladıklarının tümünü temsil ediyordu. Hani şu “kurşun yiyenin de kurşun sıkanın da şerefli” sayıldığı devletin ve statükonun çıkarları için kanın ve cinayetin mubah olduğu zihniyet. Ordu ile AKP’nin, 28 Şubat’ı gerçekleştirenlerle 28 Şubat mağdurlarının, tümünün birleşip yekpare bütün oldukları o devletin bekası (aslında siz kendi çıkarlarının bekası diye okuyun) noktası...
Unuttuk sanmıştınız belki, milleti onun yolunda birliğe çağırırken. Biz iyi insanlarız, belki de unutmuştuk gerçekten. İyi ki orada, öyle devlet devlet saf tutup hatırlattınız.
Yazıcıoğlu için bir anıt mezardan da söz ediyordu Meclis Başkanı. Evet, bir anıt mezar gerek başkentin kalbine, ama Yazıcıoğlu için değil; faşist katliamlarda öldürülen gençler için, Madımak’ta diri diri yakılanlar için, 1980’lere doğru katledilen 5 bin insan ve 1980’den sonra faili meçhul, faili belli cinayetlerde ölen onbinler için, kazılan çukurlarda kemikleri bulunan kurbanlar için bir anıt mezar yükseltmeliyiz. Asla kanı kanla yuğmayalım, ama kanın bir bedelinin olduğunu, hiç değilse bir nedamet gerektirdiğini bir daha unutmayalım diye.

» Taraf



2 Nisan 2009 Perşembe

Yeni dünya düzeni kuruluyor

G20 Zirvesi’nden küresel finans sisteminde reform ve zor durumdaki ülkeler için 1 trilyon dolarlık kaynak kararı çıktı. İngiltere Başbakanı Brown, “yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor” dedi.

 

Dünyanın en büyük 20 ekonomisinin liderleri, küresel finans krizinden çıkabilmek için alınacak önlemler konusunda uzlaşmaya vardı. 

Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  

Londra’da yapılan ve 7 saat süren zirvenin ardından aldıkları kararları açıklayan İngiltere Başbakanı Gordon Brown, “Yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor ve bizler uluslararası işbirliğinde yeni bir döneme giriyoruz” dedi.

ABD Başkanı Barack Obama’nın yanı sıra, Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldıkları zirvede, IMF ve Dünya Bankası’nın yapılarında reforma gidilmesi, dünya finans sistemi kurumlarının gelişmekte olan ülkelerin katılımına ve temsiline imkân verecek şekilde yenilenmesi kararlaştırıldı. “Vergi cenneti” haline gelen ülkelerin ifşa edilmesi ve kınanması üzerinde de uzlaşma sağlandı.

1 trilyon dolar sözü

İngiltere Başbakanı Gordon Brown, G20 Zirve sonuçlarını açıklarken, zor durumda bulunan ülkelere yardım için Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası'na 1 trilyon dolar verme konusunda anlaşma sağlandığını söyledi. Brown, ''G20 ülkeleri, IMF'ye 500 milyar dolar daha destek verme taahhüdünde bulundu. G20 ülkeleri, gelecek 2 yılda ticaret finansmanında 250 milyar dolar desteği vaat etti'' dedi.

Bu kararlarla birlikte IMF'nin finans krizine karşı kullanabileceği kaynağın miktarı 750 milyon dolara yükselmiş oldu.

Finans sistemine kontrol

Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  

Gordon Brown, liderlerin üzerinde uzlaştığı bir diğer konunun, küresel finans sisteminin daha iyi yönetilmesi olduğunu belirterek, spekülatif hedge fonların küresel bir denetime tabii tutulacağını, bankaların gizlilik kurallarının ise sonuna gelindiğini söyledi. Zirveye ev sahipliği yapan İngiltere Başbakanı, G20 ülkelerinin, yeni bir küresel krizi engellemek için, vergi cennetlerine göz yummamak ve mali sisteme güveni yeniden inşa etmek için, ortak politikalar oluşturacağını da vurguladı.

 Brown, G20'nin sonbaharda bir kez daha toplanacağı bilgisini de verdi. Bu zirvenin Eylül ayında New York’ta yapılması bekleniyor.

Merkel: Tarihi bir uzlaşı

Bildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  

Almanya Başbakanı Angela Merkel, G20 Zirve sonuçlarını “tarihi bir uzlaşma” ifadesiyle övdü. Merkel görüşmelerin çok zor geçtiğini, ancak uzlaşı iradesinin toplantıya damgasını vurduğunu kaydetti. Almanya Başbakanı “Bu küresel işbirliğinin zaferidir” dedi.






 

Ayhan Simsek

 


1 Nisan 2009 Çarşamba

Berlin'in Endülüs'e uzanan gölgesi

Hitler Almanyası ve Mussolini Italyasının tavrı, İspanya iç savaşının sonucunda önemli rol oynadı. General Francisco Franco, bu iki ülkenin aktif askeri desteğiyle savaştan zaferle çıkan taraf oldu.

 

İspanya İç Savaşı’nın 70’nci yıldönümü nedeniyle Berlin’de bir fotoğraf sergisi açıldı. Sergi, iç savaşta Uluslararası Tugaylar safında savaşan Alman fotoğrafçı Hans Gutmann’ın çalışmalarının yanı sıra İspanyol haber ajansı EFE’nin döneme ait tarihi görüntüleri kapsıyor.

Sergi vesilesiyle Franco İspanyası ile Nazi Almanyası arasındaki ilişkiler ve İspanya İç Savaş sırasında Berlin’in oynadığı rol bir kez daha gündeme getirdi.

Carlos Collado Seidel, Göttingen’deki Georg-August Üniversitesi öğretim görevlilerinden. General Francisco Franco, 26 Temmuz 1938'de, Valencia'da bahriyelilere hitap ediyorBildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  General Francisco Franco, 26 Temmuz 1938'de, Valencia'da bahriyelilere hitap ediyorİspanya İç Savaşı üzerine bir kitap da kaleme alan Seidel, „İspanyol halkının, temeli 19’ncu yüzyıldan daha gerilere uzanan köhnemiş toplumsal yapıdan kurtulmak istediğini“ belirtiyor.

Savaşın nedenleri

Erlangen Üniversitesi tarih kürsüsü araştırma görevlilerinden Sören Brinkmann, İspanya İç Savaşı’nın nedenlerini açıklarken 1930’lu yıllarda İspanyol toplumunun sağ ve sol cenah olarak bölünmüşlüğünü hatırlatıyor. Brinkmann, „İkinci Cumhuriyet’in, başta toprak reformu olmak üzere çözüm bekleyen zorlu sorunlara başarısız bir çözüm girişimi“  olduğunu kaydediyor.

Sören Brinkmann, „İspanya’da yalnızca darbecilerle cumhuriyet savunucularının karşı karşıya gelmediğini“ belirtiyor. Alman tarihçiye göre, „savaş, aynı zamanda dünyaya farklı bakış açılarının bir çatışması“ niteliğinde… Brinkmann şöyle devam ediyor: „Komünistler tarafından organize edilen Uluslararası Tugaylar safında gönüllü olarak yer alanlar, kendilerini kısmen İspanyol cumhuriyetinin savunucusu olarak addettiler. Ama bu eylemlerini, en başta faşizme karşı mücadele olarak gördüler. Alman fotoğrafçı Hans Gutmann, iç savaşta Uluslararası Tugaylar safında savaştıBildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  Alman fotoğrafçı Hans Gutmann, iç savaşta Uluslararası Tugaylar safında savaştıGeçerli düşünce buydu ve bu çerçevede dünya genelinde birçok asker, işçi ve aydın seferber oldu.“

En uzun savaş

Carlos Collado Seidel, 1933 yılında Hitler’in göreve gelmesiyle birlikte Avrupa’da belirginleşen Almanya-İtalya ekseninin de İspanya İç Savaşı’na bakışı etkilediğini kaydediyor. Seidel, „faşistler“ olarak tanımlanan „milli güçler“in ise savaşı „komünistler ve bolşeviklere karşı mücadele“ olarak algıladığını vurguluyor.

Birinci Dünya Savaşı, İspanya İç Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’nı bir bütün olarak gördüğünü söyleyen Seidel, „Bu üç savaş, 20’nci yüzyılın 30 yıl süren en uzun savaşıdır“ diyor.

Carlos Collado Seidel: „Franco’nun zaferi birçok nedenle açıklanabilir. Ancak kuşkusuz bunların başında Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası’nın verdiği askeri destek geliyor. Hitler-Mussolini ikilisi Franco'ya destek verdiBildunterschrift: Großansicht des Bildes mit der Bildunterschrift:  Hitler-Mussolini ikilisi Franco'ya destek verdiBu faktörleri dikkate almadan sağlıklı bir değerlendirme yapamazsınız. Almanya’nın ve İtalya’nın desteği olmasaydı, Franco bu savaşı asla kazanamazdı.“

Tarafsız ama nasıl?

Tarihçiler, Franco’nun İkinci Dünya Savaşı sırasındaki tutumuna da dikkat çekiyor. Sören Brinkmann: „Franco tüm beklentileri boşa çıkarıp İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler ve Mussolini’ye katılmadı ve tarafsız kaldı. Gerçekten de bu tutumunu birkaç istisnai vaka hariç savaşın sonuna kadar sürdürdü. Alman ordusu saflarında, SSCB'ye karşı savaşmak üzere ‚Mavi Tümen'i göndermiş olsa da, Almanya ve İtalya’nın yanında savaşın bir parçası olmadı.“

Georg-August Üniversitesi öğretim görevlisi Seidel de Franco’nun tarafsız kaldığını vurguluyor: „Franco resmi olarak tarafsız kaldı. Ancak geri planda Mihver Devletler ve Nazi Almanyası’na destek vermek için elinden geleni yaptı. Bu kapsamda stratejik malzeme sağladı. Ya da Alman istihbaratının İspanya’daki faaliyetlerine göz yumdu ya da destek verdi. Söz konusu istihbarat faaliyetleri kapsamında bir yandan Atlantik’te Müttefikler’e yönelik muhtelif operasyonlar yürütülürken diğer taraftan Alman denizaltılarına İspanya sahilinden ikmal desteği sağlandı.“  

 

Mirra Banchón / Deutsche Welle