30 Temmuz 2008 Çarşamba

Referans Program ile Daha Çok Kazanmak İster Misin?

http://www.search-earn.com/sevdor

Üyelik sonrasında daha çok kazanma fırsatını kaçırma!
Şeffaf, dürüst ve adil referans programı ile arkadaşlarını davet ed!
Davetin ile üye olanlar grubunu oluştursun, daha çok kazanç imkanı sağla!
Referans Programı Nedir?

Referans Programı arkadaşlarını Search-Earn'e davet etmen ile grubunu büyütmeni sağlar!
http://www.search-earn.com/sevdor

Bu şekilde oluşacak grubununun tıklayacağı tüm reklamlardan sen de puan kazanırsın!
Referans daveti gönderdiğin arkadaşların, sitemizi ziyaret etmeleri halinde 30 gün süre ile sana rezerve edilir!
Örnek referans davet metni resmi blog sitemizde bulunmaktadır. Bu metni kendine uyarlayıp kullabilirsin. Örnek davet metni için tıkla!
Arkadaşların dışındaki kişileri e-posta mesajları ile davet etmemeye dikkat edelim!
Referans Program Hakkında Detaylar

Search-Earn'e üye oldunuz ve kazanmaya başladınız. Tıkladığınız her reklam başına 1 S&E puanı kazanıyorsunuz. 100.000 S&E puanı = 100 US$ Bu geliri reklama tıklayabilerek kazanabilirsiniz. Ancak bunun çok daha rahat ve kazançlı bir başka yolu var. Arkadaşlarınızı Search-Earn'e davet etmek!

Arkadaşlarınız sisteme dahil olduklarında sadece onlar değil, siz de kazanacaksınız.

Peki bu olurken arkadaşlarınızın geliri azalacak mı? Kesinlikle, hayır.

Sistem nasıl çalışıyor? Öncelikle piramit mantığı ile çalışmamaktadır. Dolayısıyla, en tepedekilerin çok kazanıp, aşağıda, sonradan sisteme katılanların bir gelir elde edememesi gibi bir durum söz konusu değildir. Search-Earn'de tüm üyeler, tıklama başına aynı geliri elde ederler.

Piramit modelinin aksine gelir katsayıları sisteme ne zaman girdiğinize göre değil, ne kadarlık bir üye grubu oluşturduğunuza bağlıdır.

Sisteme, ne zaman katılırsanız katılın, grubunuz büyüdüğü sürece, çok daha önce katılanlardan daha yüksek gelirler elde etmeniz her zaman mümkündür.

Referans modelinde en çok 7 basamak alt grubunuzda bulunan kişilerden gelir temin edebilirsiniz.
8. Basamakta yer alan kişinin yaptığı reklam tıklamaları sizin gelirinize etki etmez.
Örnek vermek gerekirse;
1. Basamak: (1) Jack üye oldu ve yakın arkadaşlarına da Search-Earn'ü tavsiye etti.
2. Basamak: Jack'in arkadaşları (2) John, (3) Kate, (4) Sawyer, (5) Sayid'de sisteme katıldılar.
3. Basamak: John, Kate ve Sayid'in hiç bir arkadaşı üye olmadı. Ancak Sawyer'ın arkadaşları (6) Boone ve (7) Charlie üye oldular.
4. Basamak: Charlie'nin arkadaşı (8) Hurley ve (9) Jin sisteme katıldılar.
5. Basamak: Hurley'in arkadaşı (10) Claire, (11) Shanon ve (12) Jin'in arkadaşı (13) Walt, (14) Desmond sisteme katıldılar.
6. Basamak: Desmond'un arkadaşı (15) Ana Lucia ve (16) Eko Search-Earn'e kayıt oldu.
7. Basamak: Eko'nun arkadaşı (17) Vincent kayıt yaptırdı.
8. Basamak: Vincent'ı arkadaşı Michael sisteme katıldı.

Örnekte görüldüğü üzere, Jack sadece 4 arkadaşının kayıt olmasını sağlayarak, kendisinden sonra gelen 16 kişinin reklam tıklamasından gelir sağlar hale geldi. Ancak, 8. basamakta yer alan Michael'ın tıklamalarından Jack kazanamamaktadır. Michael'dan kazanç sağlayan en üst basamakta Sawyer yer almaktadır.

Elbette yukarıda anlattığımız sistem oldukça mütevazidir ve S&E'e referans verdiğiniz çoğu arkadaşımızın sistemimize katılacağı inancındayız. Çünkü, sistemimize üye olmak sadece ve sadece gelir kazanmanızı sağlarken, hiç bir günlük alışkanlığınızda değişiklik yapmanıza gerek yoktur.

Örnek grubumuzu biraz daha iddialı hazırlarsak varabileceğiniz sonuçlar daha çarpıcı olacaktır. Şöyleki; örneğimizde sisteme katılan her bir kişinin yanında 5 arkadaşını sisteme üye yaptığını varsayalım. Bu durumda;
1. Basamak: Kendisi
2. Basamak: 5 kişi
3. Basamak: 25 kişi
4. Basamak: 125 kişi
5. Basamak: 625 kişi
6. Basamak: 3.125 kişi
7. Basamak: 15.625 kişi
Rahatça göreceğiniz üzere, sisteme 5 kişinin üye olmasına yardımcı olduğunuzda ve altınızdaki arkadaşlarınızda sizin kadar, sadece 5'er kişi üye yaptıklarında, puan kazandığınız grubunuzun sayısı, (1+5+25+125+625+3.125+15.625) 19.531 kişiye ulaşmaktadır.

S&E'den elde edeceğiniz gelir tamamen sizin ve grubunuz üyelerinin aramalarınız neticesinde, ilgi alanınız doğrultusunda karşınıza çıkan reklamlara ne sıklıkla tıkladığınıza bağlıdır. Yukarıdaki örneği devam ettirecek olursak, zamanla 19.531 kişiden oluşan bir grubunuz oluştu. Ve bu kişiler gün içerisindeki aramalarında sadece 1 kere reklamlara tıkladılar . Bu durumda günlük kazancınız 19.5 US$, aylık ise 586 US$'a ulaşmaktadır.

Bu örneğimiz size yetersiz mi geldi? O zaman otomatik hesaplama tablomuza tıklayın ve kendiniz kaç kişiyi üye yapabileceğinizi düşünüyorsanız, ona göre bir örnek oluşturun.
Referans Kodunu Öğren

* Tıklayın Referans Kodunuzu Görün!

Arkadaşlarını Davet Et!

Arkadaşlarını, Search-Earn ailesine katılmaları için davet et.

Referans grubunu büyüt.
Grubunun Aramaları ile Kazan!

Referans grubunun yapacağı tüm aramlardan, tıkladığı reklamlardan puanlar kazan, kazancını katla.

Merhamet' erdemine -hâlâ- inananlar, 'Earthlings'i ne yapıp edip izleyin!

Ali Murat Güven: 'Merhamet' erdemine -hâlâ- inananlar, 'Earthlings'i ne yapıp edip izleyin!
Kürkleri için henüz canlıyken haşlanmış sulara, asit banyolarına sokulan tilkiler ve diğer yabanî kedi türleri...

Sirklerdeki gösterilere hazırlanırken en ağıza alınmayacak küfürler eşliğinde habire kırbaçlanıp yetiştiricilerinden inanılmaz dayaklar yiyen, bunun sonucunda da zaman zaman çıldırıp “efendilerini” öldürmeye kalkışan filler, aslanlar, kaplanlar, köpekler...

“Bilimsel araştırma” kimliği altında laboratuarlarda -henüz canlıyken- beyinleri açılıp cerrahî operasyonlara, en ağırından elektro-şoklara ve daha türlü türlü “bilimsel işkenceler”e tâbi tutulan babun maymunları...

* * *

Bir televizyon kanalındaki prodüktörlük görevinin yanısıra, “Barınak Gönüllüleri” adlı hayvan hakları derneğinin de uzun yıllardır genel başkanlığını yürüten haberci-aktivist kız kardeşim Jale Güven, geçtiğimiz günlerde elinde “Dünyalılar” (Earthlings) adlı bir film ile ziyaretime geldi ve DVD'yi masama bıraktıktan sonra da şunları söyledi:

“Bu filmi mutlaka izlemeni ve izledikten sonraki duygularını da okurlarınla paylaşmanı rica ediyorum.”

Hemşiremin getirdiği filmi, ilki o günün gecesi olmak üzere, ardarda bir kaç kez “izlemeye çalıştım”.

Evet, “çalıştım” diyorum; çünkü insanoğlunun çağımızda kurduğu vahşi endüstriyel düzen içinde, doğaya ve özellikle de hayvanlara ne kadar iğrenç davrandığını -çoğu gizli kameralar tarafından kaydedilmiş- yüzlerce şok edici görüntü eşliğinde anlatan bu belge-film, beni her defasında allak bullak etti ve daha fazlasını görmeye dayanamayarak cihazı kapattım. Ta ki bir-iki gün önce, gece yarısı çoluk çocuk uyuduktan sonra, dişimi sıkıp “Dünyalılar”ı -zaman zaman gözlerimden istemsizce süzülen yaşlar eşliğinde- baştan sona kadar kesintisiz biçimde izlemeyi başarana kadar...

Tek kelimeyle yürek kaldırıcı, inanılmaz bir deneyimdi bu filmi izlemek...

Amerikan mezbahalarında canlı canlı kancalara asılan ve “eti daha lezzetli olsun” diye gırtlaklarına hart diye sokulan bıçaklarla, henüz hayattayken kanları saatlerce yere boşaltılarak yavaş yavaş öldürülen sığırların içler acısı böğürtüleri...

Berbat koşullardaki kümeslerde birazcık daha yer kazanabilmek için kulakları ve kuyrukları “anestezi yapılmadan” makasla kesilen, bu işlemden sonra kan kokusunu alıp birbirlerini ısırmasınlar diye de dişleri kerpetenle (yine anestezi olmaksızın) sökülen domuzların insanın tüylerini diken diken eden tiz çığlıkları...

Derisi diri diri soyulduktan sonra, vıcık vıcık kanlar içinde kameraya dönüp insan olanları insanlığından utandıracak son bir bakış fırlatan yavru foklar...

Fast-food zincirleri için devâsâ üretme çiftliklerinde tıklım tıkaş koşullarda yetiştirilen ve -herhalde böylesi işletmecilere çok daha kolay geldiğinden dolayı- “üzerlerinde tepinilerek” öldürülen tavuklar...

Kürkleri için henüz canlıyken haşlanmış sulara, asit banyolarına sokulan tilkiler ve diğer yabanî kedi türleri...

Sirklerdeki gösterilere hazırlanırken en ağıza alınmayacak küfürler eşliğinde habire kırbaçlanıp yetiştiricilerinden inanılmaz dayaklar yiyen, bunun sonucunda da zaman zaman çıldırıp “efendilerini” öldürmeye kalkışan filler, aslanlar, kaplanlar, köpekler...

“Bilimsel araştırma” kimliği altında laboratuarlarda -henüz canlıyken- beyinleri açılıp cerrahî operasyonlara, en ağırından elektro-şoklara ve daha türlü türlü “bilimsel işkenceler”e tâbi tutulan babun maymunları...

Ve ne yazık ki bu kadarla da kalmayıp, bundan çok daha fazlasını gözlerimizin içine sokarak göstermekte söz konusu yapıt...

İnternetteki kısa bir araştırma sonucunda, yapımcılığını ve yönetmenliğini Amerikalı bağımsız sinemacı Shaun Monson'un gerçekleştirdiği “Dünyalılar”ın, hazırlandığı 2005 yılından bu yana ödüllere boğulmuş bir çalışma olduğunu öğrendim. 95 dakikalık kesintisiz bir şok dalgası şeklinde sürüp giden bu belge-filmde “anlatıcı ses” görevini ise Hollywood'un ünlü aktörlerinden (ki kendisi aynı zamanda bir hayvan hakları aktivisti olarak da tanınıyor) Joaquin Phoenix üstlenmiş. “Gladyatör”den “8 mm”ye, “Buffalo Soldiers”dan “Hotel Rwanda” ve “Reservation Road”a dek bir çok unutulmaz filme imza atmış bulunan Phoenix'in -yalnızca sesiyle katkıda bulunduğu- bu mütevazı yapıt için, kendisiyle yapılan bir söyleşide “Kariyerimin en önemli çalışması” demiş olması da bana göre ayrı bir güzellik arz etmekte...

Başta ABD, Kanada ve Çin olmak üzere, dünyanın dört bir köşesinden toparlanmış görüntülerden kurgulanan “Dünyalılar”da, gerek kamuoyu, gerek hükûmetler ve gerekse yerel yönetimleriyle hayvan hakları konusunda berbat bir sicile sahip bulunan Türkiye Cumhuriyeti de bir dizi ibretlik görüntüyle yerini almış. Bundan bir kaç yıl önce güney illerimizden birinde, belediye görevlilerinin canlı canlı çöp kamyonunun arkasına atıp presledikleri yavru köpek ve herhangi bir Kurban Bayramı'nda ellerinden kaçan boğayı -çığlık çığlığa koştururken- bir yandan dövüp diğer yandan da ayaklarını kırarak zaptetmeye çalışan “ibadetin cezbesi içindeki” yurdum insanları, “Müslüman Türkiye”yi son üç yıldır dünyanın dört bir köşesinde gösterilip duran bu belgeselde pek güzel bir biçimde temsil etmekteler...

Allah'tan ki yönetmen Monson, haber ajansları ve televizyonların özellikle Kurban Bayramı zamanlarında yayımladıkları diğer bazı görüntülere ulaşamamış. Eğer böyle bir facia gerçekleşseydi, “Dünyalılar” belgeselinin en az yarısı “Türkiye kaynaklı görüntüler”den oluşurdu!

Bu arada, ABD'de dindar Yahudi tüketiciler için kurulmuş en büyük “kosher” (helâl gıda) mezbahasının içinde yapılan dehşet verici bazı gizli çekimler de bugüne kadar “helâl gıda” konusunda Müslüman üreticilerden daha titiz olduklarına yönelik bir ön kabûlüm bulunan Yahudi tüccarların, kâr hırsı söz konusu olduğunda -tıpkı bu konuda en küçük bir ahlâkî endişeleri dahi bulunmayan Çinliler gibi- nasıl da cıvıttıklarını göstermesi, benim açımdan “Dünyalılar”ın bir başka eğitici-öğretici yönüydü.

Kız kardeşim, söz konusu belgeselin DVD'sini bana bırakırken, “Dernek olarak, bu filmi özellikle senin izleyip yazmana çok önem veriyoruz. Çünkü, Kur'an'da tanımlandığı biçimde düşünen ve de yaşayan hiç bir gerçek Müslüman böyle bir vahşet evrenine seyirci kalamaz" dedi ve ekledi:

"Allah, bizlerden, doğaya karşı bu yaptıklarımızın hesabını ahirette mutlaka soracaktır.”

Gerçekten de “Allah'ın yeryüzündeki halifesi” olarak yaratılan insanın, kimi zamanlarda nasıl “aşağıların aşağısı” vicdansızlık timsali bir mahluğa, ne denli vahşi bir “kubur faresi”ne dönüştüğünü (ki bence bu filmi izledikten sonra, böyle bir deyimi kullanmak da genetik kodları ve içgüdüleriyle hareket etmekten başka bir kabahati bulunmayan kubur farelerine hakaret olur) göstermesi açısından, kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan sinemaseverlerin özellikle izlemesi gereken bir başyapıt “Dünyalılar”...

Devesinin sırtına onu azarlayarak inip binen sahabeyi hiç tereddütsüz cezalandıran; çevresinde ise bir kediyi uykusunda rahatsız etmemek için hayvanın üzerine yattığı kaftanını yavaşça keserek mescitten kalkıp giden yol arkadaşlarına sahip bir Peygamber'in ümmeti, “Yeryüzünü sizler için türlü güzelliklerle donattık. Onlardan yiyin, için, fakat israf etmeyin” emrinin günümüzde nasıl da ayaklar altına alındığını görüp biraz olsun tevekküle dalmalılar. Çünkü, bu kirli ve ahlâksız besin zincirinin “üretici cephesi”ndekiler kadar, süreci görmezden gelip önlerine her konulanı hiç sorgulamadan afiyetle tüketenleri de yeniden sorumluluk duygusuna davet ediyor bu yapıt...

“Recep İvedik” gibi filmler Türkiye DVD piyasasına iki ayda hemencecik düşüverir. Ancak, ülkemizdeki hemen hiç bir ithalatçı şirket, başta çocuklar ve gençler olmak üzere, her yaştan izleyicinin duygu dünyasına yapıcı katkılarda bulunabilecek kimi özel filmleri, özellikle de belgeselleri satın alıp yayımlamaya gerek duymaz. Aynı şekilde, “yoldan sapmış” durumdaki insanoğlunun kendine gelmesi açısından son derece faydalı bir film olan “Dünyalılar”ı da -en azından şimdilik- yasal kopyalarıyla raflarda bulabilmek imkânsız. Olsun; bir üretici şaşırır da ileride yasal kopyalarını piyasaya sürerse sonradan onu da alır ve koleksiyonunuza katarsınız. Filmi an itibarıyla görebilmek içinse internette paylaşıma açıldığı sitelerden birinden indirmeniz mümkün.

Demem odur ki bu filmi -öyle ya da böyle- ne yapıp edip bulun, izleyin ve çevrenizdekilere de izletin.

İnsanoğlunun doğadaki başka hiç bir varlığa benzemeyen bu zalimâne fıtratını bütün çıplaklığıyla ortaya seren böylesi yapıtları gördükten sonra, gerçekten de bütün kalbimle merak ediyorum:

Bizler, hem kendi türümüze, hem de diğer türlere karşı sergilediğimiz bu kadar zalimlikten sonra, Kıyamet Günü Rabbimizin huzuruna hangi yüzle çıkacağız ?

O yüzden, şimdiden yalvarıyorum ki şefaat Ya Rab, şefaat Ya Rab, şefaat Ya Rab...
* * *

“Dünyalılar” (Earthlings) belgeselinin resmî internet sitesi: http://www.isawearthlings.com/

“Dünyalılar” (Earthlings) belgeselinin yasal ve ücretsiz olarak uluslararası kamuoyunun izlemesine açık, üstelik “Türkçe altyazı” seçeneği de bulunan iyi kalitede bir kopyasını masaüstüne indirmek için aşağıdaki adresi ziyaret edebilirsiniz:

Adres: http://veg-tv.info/Earthlings

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Taraf Gazetesi | Ahmet Altan - Gürsel, Hayat TV ve AKP

Taraf Gazetesi | Ahmet Altan - Gürsel, Hayat TV ve AKP
"Bende; muhafazakar demokrat olmayan bir görüşün magduruyum. 2000 yılında kendilerinden olmadığım için, işime son verildi. Ancak Ahmet ALTAN'nı düşüncelerine katılıyorum; bunlar da evrimleşecek ve değişecekler."
Bazen bize AKP’li olduğumuzu söylüyorlar.

“Ah, keşke,” diyorum içimden, “keşke haklılığına, ilkelerine, amaçlarına inandığımız bir parti olsaydı da onu destekleseydik.”

Ne yazık ki öyle bir parti yok.

AKP ise asla öyle bir parti değil.

Demokrasiyi tümden ortadan kaldırmak isteyen birilerine karşı demokrasiyi ve halkın iradesini savunmaya çalışırken, halkın arzusuyla iktidara gelmiş bir partiyi de savunmamız gerekiyor.

Ama demokrasi için savunduğumuz partiye karşı da demokrasi mücadelesi vermek zorunda kalıyoruz.

Çünkü AKP, karşısında “demokrasi düşmanı” bir güç bulunmadığında hemen yasakçı bir parti kimliğine bürünüveriyor.

Kendisine benzemeyenleri yasaklamak, kapatmak istiyor.

Bir “bana benzemeyen yabancılar” algısı var bu partinin ruhunda.

Orduyla yargı izin verse, bir nebze sakin durabilseler, AKP sistemin içine karışıverecek.

Şu anda kapatılma belasıyla uğraşan AKP’nin iktidarında olanlara baksanıza.

Nedim Gürsel, Allahın Kızları isimli romanını yazdığı için yargılanıp mahkûm edilme tehlikesiyle karşı karşıya.

Kendi özgürlüğünü koruyabilmek için binbir manevra yapan AKP, bir yazarın özgürlüğünü korumak için kılını bile kıpırdatmıyor.

Bir yandan Avrupa Birliği’ne üye olabilmeye uğraşıyor, bir yandan fikir özgürlüğünün yok edilmesine yardımcı oluyor.

Roman yazdığı için bir yazar yargılanır mı bu çağda?

Romanı beğenmiyorsanız, içindeki fikirlerden hoşlanmıyorsunuz, okumazsınız.

“Ben beğenmedim, başkası da okumasın” diye onu yasaklamaya, yazarını hapse atmaya kalkışmazsınız.

Yazarlar sizinle aynı fikri, aynı inancı paylaşmak zorunda mı?

Bu devletin “egemen güçleri” AKP’ye oy veren insanları “siz bize benzemiyorsunuz” diye aşağılarken, AKP de kendisine benzemeyen yazarları cezalandırmaya çalışıyor.

Gürsel, bu ülkenin adını yeryüzünde duyuran insanlardan biri.

Yargılamak yerine minnettar olmalıyız.

Ama biz yargılıyoruz.

AKP’den pek bir ümidim yok bu konularda ama “muhafazakâr demokratlardan” bu tür çağdışı ilkelliklere karşı çıkmalarını bekliyorum doğrusu.

Artık bu ülkenin “muhafazakârlarının” kendilerini, ancak “başkalarını” koruyarak koruyabileceklerini anlayacaklarını umuyorum.

Sadece kendinizi korumaya çalışarak, korunamazsınız.

Üstelik sadece Gürsel’i değil Hayat TV’yi de korumalısınız.

Hayat TV, bir ajanstan aldığı görüntüleri yayınladı.

Roj TV de aynı görüntüleri büyük bir ihtimalle aynı kaynaktan alarak yayınlamış.

İçişleri Bakanlığı harekete geçti, RTÜK’ü uyardı, RTÜK Türksat’a yazı yazdı, Türksat, Hayat TV’ye frekans veren Türkovizyon şirketini tehdit ederek yayını kestirdi.

Bir televizyonun yayınını AKP’li İçişleri Bakanlığı kestiriyor.

Hayat TV, sol eğilimli bir televizyon.

AKP böyle bir televizyonun varlığına tahammül edemiyor.

AKP’nin bu yaptığının, bu partiyi kapattırmaya uğraşan Yargıtay Başsavcısı’nın yaptığından ne farkı var?

Hiçbir farkı yok.

Başsavcı da hukuka aykırı davranıyor, AKP de.

İnsanın, kendine zulmeden bir güce benzemesi ne kadar acıklı.

AKP hem zalim hem mazlum rolünde.

Bu partiye oy veren insanlar memnun mu bu durumdan?

Gerçekten sadece kendi partiniz kapatılmasın ve partinizle aynı fikirde olmayan bütün görüşler kapatılsın mı istiyorsunuz?

Böylesine ikiyüzlü bir davranışı içinize sindirecek misiniz?

Sindiriyor musunuz?

“Haksızlıklardan” yakınırken haksızlık yapmak hiç mi utandırmayacak sizi, hiç mi rahatsız etmeyecek?

Sadece kendimize benzeyenleri mi savunacağız?

Benim “muhafazakârlardan” demokratik tepkiler beklememi çok “safça” bulanlar olduğunu biliyorum.

Ben saf olmaya razıyım.

Bana benzemeyen herkesten kuşkulanacağıma bırakın böyle saf ve aptal kalayım.

Ben “muhafazakârların, dindarların” demokrat tepkiler göstereceğine, kendilerine benzemeyenleri koruyacağına inanıyorum.

Bu ülkenin gerçek bir demokrasiye ulaşması için dindarların mutlaka demokrasiyi benimsemesi gerekiyor.

Bu bir gün olacak.

Umarım şimdi olur, umarım Gürsel’i ve Hayat TV’yi önce muhafazakârlar savunur, onların hakkına sahip çıkar.

Bu kadar oynaklığın yararlı olmadığını AKP’ye herkesten önce onlar anlatır.

Onlar bunu yapmasalar da, biz elimizden geldiğince AKP’yi bu baskıcı rejime karşı, AKP’ye benzemeyenleri de AKP’ye karşı korumaya çabalayacağız.

Gücümüz, kalemimiz yettiğince.

Biz dindar değiliz, dinî bir inancımız yok ama biz “hakka”, “mazlumdan yana çıkmaya”, “dürüstlüğe” inanıyoruz.

Başkaları inançlarının gereğini yerine getirmese de, biz inancımızın gereğini yerine getiririz.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Mugabe’nin ne olduğu “Belli”

Robert Mugabe, İngiliz sömürgeciliğine karşı zafer kazanan Zanu’nun başkanı olarak 1980’de bağımsız Zimbabwe’nin ilk başbakanı seçildi. Hem ülkesinin hem Afrika’nın ulusal kahramanları arasına girdi. Dünyanın dört bir yanında anti-emperyalistlerin kutlamaları daha sona bile ermemişken, Shona kabilesinden gelen Mugabe’nin hükümeti ilk yıllarında ülkenin ikinci büyük kabilesi Ndebele’lere karşı etnik temizlik uygulamaya başladı; tahminlere göre 20 bin sivil Ndebele öldürüldü. Ama değil mi ki Mugabe kurtuluş savaşının lideri ve kahramanıydı? Kimse pek ses çıkarmadı.

Zimbabwe 1987’de başkanlık sistemine geçti. Mugabe, ülkenin ilk cumhurbaşkanı oldu; 1990, 1996, 2002 ve 2008 seçimlerinde yeniden seçildi. Seçimlere hile ve şiddet karıştığı itirazları her seçimde daha çok ve daha yüksek sesle söylenir oldu. Bu yılki seçimlerin hileli olduğunu ise sağır sultan bile duydu.

Mugabe bugün 84 yaşında; 28 yıldır iktidarda; ülkeyi şiddet ve terörle yönetmeye devam ediyor. Her seçim döneminde eski Zanu savaşçıları, kurtuluş savaşının gazileri ve mâlul gazileri silahlarını kuşanıp seçim sandığından seçim sandığına gidiyor, terör estiriyor, muhalefet toplantılarını basıyor.

“ABD MERKEZLİ OPERASYON” ÖYLE Mİ?

İktidarını meşrulaştırmak için Mugabe’nin kullandığı temel söylem, anti-emperyalizm. Ndebeleler’i katlettiğinde, seçimlerde hile yaptığında, muhalefet taraftarlarını katlettiğinde, amaç hep aynı: “Batı emperyalizmine karşı Zimbabwe’nin tam bağımsızlığı için mücadele!”

Seçimlerin hileli ve geçersiz olduğunu belgeleyenler Afrika Birliği Örgütü’nün gözlemcileri, emperyalistler değil. Ama ne önemi var? Mugabe emperyalizme karşı tam bağımsızlığın yorulmaz savaşçısı ya! Zimbabwe halkı yarı aç ve terör altında yaşıyor. Dert değil, önemli olan bağımsızlık! Afrika’da hiç bulunmadım; ne Zimbabwe’de, ne de başka bir tarafında. Ama bu tür “anti-emperyalizm” bana çok tanıdık geliyor.

Geçenlerde tedavi altına alınan Mihri Belli’yi TKP üyeleri ziyaret ederek geçmiş olsun dileğinde bulunmuş. Benden de geçmiş olsun. Ergenekon hakkında gazetecilerin sorularına Belli şöyle cevap vermiş: “Operasyon tamamen ABD merkezli bir operasyondur. Amaç kesinlikle derin devleti çözmek değildir.” Gerçekten de geçmiş olsun! Gençliğinden beri Kemalist ve asker düşkünü olduğunu bilmesem, çok fena hastalanmış olduğunu zannederdim.

BUNLAR KOMÜNİST OLAMAZLAR

Bu nasıl bir komünisttir ki, darbeci oldukları tescilli olan iki orgeneral gözaltına alındığında, yıllardır ülkedeki her pisliğin altından ismi çıkan Veli Küçük tutuklandığında sevinç duymaz? İşin içinde Amerikan parmağı arar. Ve her yerde Amerikan parmağı gördüğü için burada da aynı parmağı bulur. Sevinç duymak bir yana, için için üzülür. Bunlar nasıl solcudur ki, darbe olasılığına karşı yürüyenlere ver yansın eder, darbeciler tutuklandığında kaygı duyar, “hukuk elden gidiyor” diye feryat eder?

Bunlar ne komünisttir, ne de solcu. Sadece ve basitçe anti-emperyalisttirler. Bunlar sadece yabancı kapitalizme karşıdır, kapitalizme değil. Yerli kapitalizmin devletine ve ordusuna bir itirazları yoktur, yeter ki yerli ve bağımsız olsun. Dahası, emperyalizme karşı doğru dürüst mücadele edebilmek için güçlü bir orduya gerek olacağına göre, bunlar “yerli ve bağımsız” Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin daha da güçlü, daha da gelişkin silahlarla mücehhez olmasını ister. TSK’nın emperyalizme karşı bugüne kadar ne yaptığını görmüşler, TSK subaylarının nerede eğitim aldığını zannederler, TSK’nın Amerika’ya karşı kahramanca savaş açacağını mı beklerler, bilemem; ama ordunun halk nezdinde yıpranmasından üzüntü duydukları açıktır.

Üzüntü duyduklarını ben uydurmuyorum.

27 Nisan 2007 e-muhtırasını yorumlayan TKP Merkez Komitesi’nin 28 Nisan tarihli açıklamasında şöyle denir: “Türkiye Komünist Partisi’nin ‘asker düşmanı’ olmadığı, orduda küçümsenmeyecek bir yurtsever ve aydınlanmacı birikimin bulunduğunu düşündüğü açıktır.” Genelkurmay’ın yurtsever, aydınlanmacı ve gizli birimleri bu açıklamayı kendileri yazsa, daha iyi yazamazlardı herhalde!

İşin ilginç tarafı, bunlar anti-emperyalist bile değil. Anti-emperyalizm, bir ülkenin bağımsızlığını özlemek, bağımsızlığı engelleyen dış düşmana karşı savaşmak anlamına gelmez. Bağımsızlık özlemine, ülkede yabancıların değil yerlilerin egemen olması için verilen savaşa, anti-sömürgecilik denir. Türkiye’de bunun anlamı yoktur; Türkiye ne işgal altındadır, ne de sömürgedir. İngiltere ne kadar sömürgeyse, biz de o kadar sömürgeyiz. Ha evet, Türkiye egemen sınıfı, ordusu ve bütün kurumlarıyla Amerika’ya göbekten bağlıdır, aynen İngiltere egemen sınıfı gibi.

HANGİ ANTİ-EMPERYALİZM

Yani dünya egemen sınıfının küçük ve az etkili bir unsuru, egemenler hiyerarşisinde en tepede yer almayan bir ortaktır. Komünist veya anti-emperyalist olduğunu iddia edenler için günümüzün sorunu, ülkenin bağımsızlığını sağlamak değil, “kendi” egemenlerimizin de dahil olduğu dünya egemen sınıfını alaşağı etmektir.

Anti-emperyalizm, tek bir ülkenin bağımsızlığıyla ilgili değildir ve olamaz. Olamaz, çünkü emperyalizm küresel bir olgudur, tek bir ülkenin sınırları içinde yenilebileceğini düşünmek gülünç bir milliyetçi hayaldir. Olamaz, çünkü üretimin küresel olduğu, hiçbir ülkenin kendine yeterli olmadığı bir dünyada, ulusal bağımsızlık uygulanabilirliği olmayan, âfâkî bir amaçtır. Tek bir ülkede emperyalizmin silahlı güçlerinden kurtulunabilir, ama ekonomik ve siyasi ilişkiler ağından kurtulunamaz. Bu ağ ya dünya çapında çözülür ya da çözülmez; ulusal çözümü yoktur.

Sadece anti-emperyalist olanlar ve üstelik sadece kendi ülkeleri için anti-emperyalist olanlar, anti-emperyalizmi milliyetçiliğin kamuflajı olarak kullanıyordur sadece. Millî çözüm arayanlar, komünist, anti-emperyalist falan değil, adı üstünde, milliyetçidir. Generaller tutuklandığında, bu nedenle üzülürler, Amerikan parmağı ararlar. Kendilerini bu nedenle genelkurmayla, darbecilerle, işkencecilerle omuz omuza buluverirler. Bazen de aynı hücrede yatıyor oluverirler; talih hep onlara gülecek değil ya!

* Şair-Yazar / ronmargulies@btinternet.com

23 Temmuz 2008 Çarşamba

GELECEĞİNİZ İÇİN YATIRIM YAPIN

SEARCH-EARN dedikleri dünyada 254 ülkede kurulmuş arama birliği organizasyonu. Internette yaptiginiz aramalari Direkt Arama motorlarından degil, Search-Earn üzerinden yapmanizi istiyor. Bununla birlikte aslında tüm aramalarda dilediğiniz arama motoru sonuçlarına gidiyorsunuz. Tek fark başlangıç olarak Search-Earn nun arama sayfasını veya Search-Earn toolbarı kullanıyorsunuz.

Peki Search-Earn parayı nasıl kazandırıyor?
Buda çok basit yaptığınız aramada Search-Earn ne verilen reklama eşlenir ise size reklamı gösteriyorlar, ilgilenirseniz reklama ilgilenmezseniz arama sonuçlarına gidiyorsunuz. Reklam ilginizi çekerse puanlar size bağlı olduğunuz gruba dağılıyor. Aynı şekilde sizinde referans gösterip kuracağınız grubun yapacağı tüm aramalardan da siz de kazanıyorsunuz.

Search-Earn çok kısa sürede internetin en buyuk sirketlerinden biri olmaya aday. Arama motorlarını artik herkes biliyor. Tum aramalarimizi orada yapiyoruz.

Peki ne kadar kazandiklarini biliyor musunuz? Arama motorlarının en büyüğü 2006 da 10,6 milyar dolar ciro yapti. Bunun da 3,5 milyar dolari net kardi. En genel anlamiyla bu parayi siz internette arama yaparken sürekli o arama motorunu kullandiginiz icin kazandilar.

Arama sonuc sayfasindaki reklamlar, gelirlerinin %99'unu olusturuyor. Peki size bu paradan birsey veriyorlar mi? Cevabınız, Hayır !

Search-Earn internetteki bu reklam pastasindan onemli bir pay almak uzere kurulan akillica bir sistem. Sadece reklamdan degil, gelecekte internetten yapilan satislardan da komisyon kazanacak. Elde edecegi gelirlerin de %70'ini Search-Earn uyeleriyle paylasacak. Uye sayisi cogaldikca gelirleri artacak, gelirleri arttikca uyelerine daha cok kazandiracak. Dikkatiniz burada gelirin kavramına çekmek isterim. Karlarından değil direkt gelirlerinden pay ödüyorlar.

Peki ben ne kadar kazanirim? Search-Earn' ne uye olup, açılış sayfanızı Search-Earn' e ayarladınız veya toolbarı kullanmaya basladınız. Tümü aynı. Internette de olduğunuz süre yapacağınız tüm aramalarda potansiyel reklam kazancınız artık elinizde. Bu sayede Search-Earn kasasina kişi başı, ayda yaklasik 70 dolar para girecek. Bunun %70 şini size ve grubunuza verecekler. Burada sizin icin para kazanmanin en onemli noktasi yeni uyeler onermek.

Mesela Siz Search-Earn' e 10 arkadasinizi uye yaptiniz. Arkadaslariniz sizin kadar cabalamadilar ve herbiri ortalama 3 kisiyi uye yapti. Ve onlar da 3'er kisi diyelim. 6. kademeye kadar bu alt uyelerden siz de gelir elde edeceginiz icin tahmini aylik geliriniz 1500 dolar olur.

Parami nasil alacagim? Kazandiginiz parayi banka hesabiniza yollayacaklar. Uyelik tamamen ücretsiz. Burada internetteki reklam pastasindan Search-Earn ve siz payinizi alacaksiniz. Erken uye olanlarin kazanci daha fazla olacak. Neden mi ? İlaveten reklam kazanıcınız olsun olmasın şirket halka arz karından da belirli bir miktarı üyeleri arasında dağıtacağını ilan etti. Bunu da kullanım puanı olarak ölçümledikleri bir sistem ile yapacaklar. Puan' a göre halka arz geliri. Arama motorları toplam piyasa değerinin 160 milyar dolar olduğunu biliyoruz. Bu şirket piyasadan %10 luk pay kazansa ki şirket halka arz gelirinden %10 nu dağıtacağını söylüyor. Bu durumda 1.6 milyar dolar para dağıtacaklarını hesaplayabiliriz. Peki 1.6 milyar dolar kaç kişiye pay edilecek. Tahmini olarak 1.5 milyon kişi kişi başı ortalama 1.100 dolar yapar. Bu parada ki oranınızı arttırmak en kısa sürede üye olup kazanmaya başlamakla mümkün.

Arama motorları yeterince kazandi. Dünyanın en büyük arama sistemi olacak Search-Earn kuruldu. Artık siz de internette KAZANMAYA BASLAYIN !

Toolbar ile kolay ve çabuk kazanın!
Toolbar programımıza tüm üyelerimiz tamamen ücretsiz olarak katılabilirler. Toolbarınızı en kısa sürede bilgisayarınıza yükleyin sizde kazanmaya başlayın! Türkçe toolbar için http://www.search-earn.com/toolbar/turkish.exe , ingilizce toolbar için http://www.search-earn.com/toolbar/english.exe seçimizi yapın bağlantıya tıklayın! 10 saniye de toolbarınızı kullanmaya başlayın! Kazanın!


Merak eden olursa diye, toolbarınızı dilediğiniz an kaldırma butonuna tıklayıp 10 saniye içinde bilgisayarınızdan kaldırabilirsiniz. Her iki dil seçeneğinde kaldırmak için tek bir tık yeterlidir.

h/toolbar.GIF">



Toolbar Görüntüsü Resimde Bulunmaktadır.

Toolbar program size neler kazandıracak? Toolbar programa dahil olduğunuzda dilediğiniz an herhangi bir sitedeyken, explorer üzerin yüklü toolbar ile yapacağınız tüm aramalar search-earn.com da yapılmış gibi işlem görecek ve reklamlar sizelere ulaştırılacaktır.

Ek olarak Toolbar kullanıcıları sadece kendilerine özel toolbar reklamlarını toolbarın sağ üst kısmında görecekler ve tıkladıkları reklamlardan kendileri ve alt gruplarının tıklamalarından aynı şekilde kendilerine düşen payı puan hanelerine + olarak yazacaklardır.

Toolbar Program Avantajlarını siteden daha detaylı bulabilirsiniz!
NASIL ÜYE OLACAGIM?
Asagidaki linki tikladiginiz zaman Search-Earn üyeligine ilk adimi atmis olacaksınız
http://www.search-earn.com/sevdor

Akdeniz’in son darbecileri / RADİKAL 2 / Radikal İnternet

Akdeniz’in son darbecileri / RADİKAL 2 / Radikal İnternet: "Akdeniz’in son darbecileri


Türkiye’de eğer demokratik bir dönüşüm başlayacaksa bunun anahtarı darbecileri yargılamaktan, hesap sormaktan geçer. Tıpkı İspanya ve Yunanistan’da olduğu gibi

Bir dönem New York Times’ın Türkiye muhabirliğini yapan Stephen Kinzer, Türkiye’yi bir Türkiyeliden daha iyi analiz ettiği Hilal ve Yıldız adlı kitabında mealen şöyle yazmıştı: “Türk insanı her darbeden sonra darbeye muhatap olan siyasi oluşuma destek verir. Ardından her seçimde kendi özgür iradesi ile yanlış olduğunu düşünse bile seçimi yapar. Nasıl olsa yaptığı yanlışı bir gün ordu düzeltir diye düşünür.”
Bugüne kadar yaşadığımız üç askeri darbe ve sonrasındaki halkın tepkisini sanırım Kinzer kadar doğru tespit eden yazar azdır. Bu, Türkiye insanı açısından ordunun hâlâ ne anlama geldiği, zihinlerdeki “ne seninle ne de sensiz” anlayışının en net tezahürlerinden biridir. Hâlâ öyle mi? Her ne kadar AB süreciyle başlayan zihniyet değişimi, darbeleri açıktan eleştirenlerin çokluğu, darbe karşıtı birtakım mitingler düzenlense, farklı isimlerde birtakım platformlar ortaya çıksa bile kimse bundan emin değil sanırım. Kamuoyu yoklamalarında farklı dünya görüşlerine sahip insanların TSK’yı hâlâ en güvenilir kurum olarak görmesi de bu zihniyetin hâlâ korunduğunun bir göstergesidir. TSK’nın görevi dışındaki faaliyetlere bulaşmasını eleştirenlerin olmadığını söylemiyoruz tabii ki, ancak Türkiye’de eğer bir darbe olacaksa, sonrasında TBMM’nin etrafını etten duvarla örecek, 1989’daki Pekin Tiananmen Meydanı misali tankların önünde duracaklar vardır mıdır? Ya da Meclisi terk etmeyerek, direnerek, demokrasi adına mücadele edecek siyasiler mevcut mudur? Yoksa insanlar yaptıkları “yanlışın” asker tarafından “düzeltilmesini” normal mi karşılayacaklar?

‘Siviller’ ne kadar sivil?
Türkiye’de şöyle ya da böyle işler kötüye gittiğinde ordunun sahneye çıkmasını bekleyenlerin sayısının hiç de az olmadığı biliniyor. Birtakım mitinglerde toplanan, kendilerince “laiklik” adına kaygı duyanlardan söz etmiyoruz. Çarşıda, pazarda, kahvede, birahanede hasbıhal edenler sözünü ettiklerimiz.
Askeri darbelerin bir yönü silahı elinde bulundurmaksa diğeri de toplumsal zihniyette ve bu zihniyetin oluşturduğu “kurtarıcı” beklentisinde yatıyor. Bu yüzden askeri darbelere hazırlık sürecinde silahlı hazırlık kadar, psikolojik altyapının oluşturulması önemli olmuştur. Zaten toplumun zihnindeki kurtarıcı imgesi silinmedikten, halk askerin artık bir alternatif olmadığı inancına varmadıktan sonra sadece silahlı bir güç değil, silahsız bir güç de çok kolay diktatörlük kurabilir; tıpkı çoğunluk diktatörlüğü gibi. Önemli olan zihinlerde darbe ve kurtarıcı inancının değişmesi, silinmesidir.

Galaksi operasyonu
Avrupa’da, 12 Eylül cuntası sonrası son darbe girişimi (Türkiye’deki postmodernleri saymıyoruz) İspanya’daki Galaksi Operasyonu’dur. 1978’de ortaya çıkarılan ve etkisiz hale getirilen bu oluşumun “derinliği” üç yıl sonra ortaya çıkar. 23 Şubat 1981’de Franco yanlısı Albay Antonio Tejero’nun 200 kişilik bir askeri grupla Meclisi basması komünistlerden sosyalistlere, muhafazakârlara kadar tüm milletvekillerini, parti liderlerini rehin alması, silah zoruyla küçük düşürmeye çalışması Kral’ın direnci ile karşılaşınca ters tepmişti. Kimler yoktu ki o gün Meclis’te; Komünist Parti lideri Santiago Carillo, sosyalist lider Felipe Gonzales, Başbakan Adolfo Suarez.
Kral Juan Carlos’un tek tek bölge komutanlarını arayarak darbenin arkasında olmadığını söylemesi, parti liderlerinin pes etmemesi ne kadar cesur bir hareketse, El Pais’in demokratik sisteme sahip çıkılması yönünde yaptığı yayınların etkisi de bir o kadar önemli olmuştu. 24 Şubat, yani darbe girişiminin bir gün sonrasında İspanya, tarihinin en büyük kitle gösterilerinden birine tanık oldu, on binlerce İspanyol darbeye karşı gösteri yaptı. Yani, birçok sivil toplum örgütünün kimsenin sesinin çıkmadığı bir ortamda Kral’ın girişimi ve on binlerce İspanyol’un sokaklara dökülmesi, İspanya tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına vesile olmuştu. Bu tarihi bir andır ve İspanya halkı 24 Şubat sonrası zihninden darbe beklentisini sildi. İspanya’nın önünün açıldığı tarih de aynı tarihtir. Çünkü darbeciler yargılanarak cezalandırıldı ve bir daha böyle bir teşebbüste bulunma gafletine düşmediler. İspanya’nın o günden bu yana aldığı mesafeden söz etmeye gerek yok. O dönemlerde küçük bir çocuk olan Carmen Chacon, şimdi Savunma Bakanı. Üstelik kadın. Üstelik göreve geldiği anda, çalışmak istemediği kuvvet komutanlarını görevden alan bir bakan. Üstelik hamile iken vs. Bu durum, AB’nin İspanya’ya katkısı ve İspanya’nın kaydettiği aşamanın bir göstergesi olsa gerek
İspanyol halkı darbe fikrini zihninden yıllar önce silmiş durumda. Kurtarıcıları demokratik sistem içinde arıyor, kendine güveniyor. Ancak yargılama ve cezalandırmaların altını çizmek gerekir. Çünkü altı cezalandırma ile çizilecek bir tarih de yanı başımızda yaşanmıştı.

Peki ya Yunanistan?
Son Yunan darbesi İspanya’nın aksine daha sert daha vahşi ve acılı gerçekleşmiş, cuntanın faşizan uygulaması yedi yıl sürmüştü.
21 Nisan sabahı tanklar Sintagma Meydanı’na bakan Yunan Parlamentosu’nu kuşatmış, Albaylar Cuntası işbaşına gelmişti. Çocukluk yıllarımızda hafızalarımıza kazınan Papadopulos ismi de o dönemden kalma sanırım. 12 Eylül cuntasını aratmayan Albaylar cuntası Türkiye’nin aksine hiyerarşi dışı bir darbe gerçekleştirmişti. Altı yıl sonra Atina Politeknik Üniversitesi’nde ayaklanan öğrencilerin tanklarla ezilmesi, sonun başlangıcı olmuştu. Cunta içi rekabet Papadopulos’un sonu olmuş, yerine gölge cuntacı başka bir isim getirilmişti: Dimitri Yuanidis.
Darbeciler için sonun başlangıcı Kıbrıs’taki EOKA liderlerinden Nikos Samson’un Atina destekli girişimidir. Makarios’un devrilmesi ve Kıbrıslı Türklere karşı başlayan saldırılar sonucu Türkiye’nin adaya çıkması, hem faşist Samson hem de Atina’daki cuntanın sonunu getirdi. Yunanistan’da süreç farklı işlese, Kıbrıs başarısızlığı cuntanın sonunu getirse de Yunan halkının cuntalara karşı direnmesi ll. Dünya Savaşı’ndaki direniş geleneğinden mi kaynaklanıyordu, bu hâlâ bir soru işareti.
Yunanistan’da o günler, cunta ile birlikte on binlerce insanın tutuklandığı, 6 bin rejim karşıtının adalara sürüldüğü, sağ, sol tüm siyasilerin yurtdışına çıkarak askere karşı muhalefete geçtiği, tüm sanatçıların darbecilere karşı ayağa kalkarak sanatlarını demokrasi için “kullandıkları” yıllardı.

Cezalandırmak yetmez
Cunta 1974’te devrildi. Sonra ne mi oldu? Hepsi yargılandı ve idama mahkum oldu. O dönemde başbakan Kostas Simitis’in “demokrasi intikam almaz sadece geçmişi hatırlatır” diyerek idamları ömür boyu hapse çevirmesi ise darbecileri kahraman olmaktan alıkoymuştu. Papadopulos, 1999’da hapishanede öldü ve bazı isimler hâlâ cezaevinde. Kimse onları hatırlamıyor. Darbenin yıldönümünde Yunan basınında bu konuda haber bile çıkmıyor artık. Ama önemli olan cuntacıların yargılanabilir ve cezalandırılabilir olmasıydı. Bu yüzden Yunanistan’da bir daha kimse darbe yapmaya hatta planlamaya bile kalkışmadı. Toplumun vicdanı bir nebze olsun rahatladı. Ama en önemlisi Yunan toplumu artık askerin politikaya bulaşacağı ya da kurtarıcı olabileceğine yönelik beklenti içinde değil.
Türkiye’de darbe planlayanların ya da gerçekleştirenlerin cezalandırılıp hapse mahkûm edilmediği ve bundan ders almadıkları sürece, “kurtarıcı” imajı sürecek gibi görünüyor. Bu noktada darbelerin önüne geçilmesinin anahtarı, cezalandırmak ve toplumun zihinsel bir dönüşümle, ordudan beklentilerni sona erdirmek olmalı. Bu, askerler kadar askerden fazla askerci olan siviller için de geçerli.
Ayışığı ve Sarıkız ile birlikte Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılması da gündeme getirilirse ne âlâ. Yok, yaşadıklarımız sadece basit bir hesaplaşma olarak kısır, günlük siyasi rövanş olarak kalırsa, bugün yanlış yapanların “nasıl olsa ordu gelir düzeltir” mantığını aşmaları daha uzun yıllar alır. Türkiye’de eğer demokratik bir dönüşüm başlayacaksa bunun anahtarı darbecileri yargılamaktan, hesap sormaktan geçer. Tıpkı İspanya ve Yunanistan’da olduğu gibi. Çok büyük beklentiler içine girmeyip “Ergenekon davasını Türkiye’nin demokratikleşmesinde dönüm noktasıdır” naifliğine kapılmadan, en azından bir başlangıç olarak.

METE ÇUBUKÇU: NTV

20 Temmuz 2008 Pazar

Nasreddin Hoca'nın Bilinen En Eski Fıkrası

Pes Server andan durdu. Hoca Nasreddin evine geldi. Kapu kaktı.
Hatunu kapı arduna gelür: “Kimsiz” didi.
Server eyitdi: Ben Şerif Saltıh’ım. Kanı Koca, kandedir?
Pes Hatun eyitdi: Server, Hoca Sivrihisar’a ve KArahisar’a gitti.
Server eyitdi: Ol yirler ekser kafirlikdır. Anda neyler?
Hatun eyitdi: Sivrihisar’ın musarrıfları haber gönderdiler. Dahi eyitdiler: “Gelsün bize biraz akıl koysun. Biz dahi gibi uslanalum” ve dahi Karahisar’da olan Ermeniler eyitmişler: “Nasreddin bir akılsız Türk’dür, kimi gerekse onun sakalına güler, vay bunda gelse biz de gülerdik” demişler. Pes anda gitdi, “kim vara anlarun sakallarına güle biraz” didi.

Pes server eyitdi: Hayf! Bize birkaç nasihat ide dirdim, bulımadım.
Hatun eyitdi: Ben sana nasihat eyleyim. Kabul eyle eylersen.
Server eyitdi: Buyurgıl, işidelüm.

Hatun eyitdi: “Nasihat budur kim, evvel bu kim dünyada fasık, facir, fasid ile alaka eyleme. Ve dahi yad kişiye kendüni ve hem dahi maluni inanma. Ve hem avretlerle maslahatta meşveret idüp anlara raz virme. Ve dilünden tevbe ve istiğfarı koma. Ve kendüne ne sanursan her mümine anı sanasun. Allah’dan korkup ve Resul’den utanasun. Ve ahiret içün bunda amel-i ahsen idesun. Dahi yaramazlardan kaçasun. Yaramazluk itmeyesün, sakınasun ve günah çokluğu itmeyesün kim zahir olup sırlara vakıf olasun. Ayine-i dilde Hakk’ı müşahid idesin” didi. Server bu nasihatleri ol ahiret bacısından işidicek kendüden geçüp yüz dane altun ata idüp gitdi.

Nakildir ki her yıl Server Nasreddin’e ve hatununa tuhfeler ve armağanlar gönderirdi. Hoca ve hatun dahi dualar gönderirlerdi. Pes bir yıl Server armağan göndermedi. Anlar dahi duaname göndermediler. Server girü hediye gönderdi.

Eyitdi: Bizimle dostluk böyle mi olur?
Pes ol gelen ademe Hoca Eyitdi: Begüm siz bilmez misiz kim mesel-i meşhurdur ki boş torba ile at tutulmaz, erenler yanında hatadur.
Pes ol varan adem eyitdi: Bir dua eyle bizlere, bir mut buğday getürelim.
Hoca: Bir kile olsun heman hazır olsun, erenler duayı hazıra iderler; gayibe gülbank iderler, viresiye dua olmaz.

O şahıs vardı buğdayı aldı, geldi. Hoca dualar eyledi. Ol kişinün malı şöyle vafir oldu kim rızkunun hesabın bilmezdi.



(Nasreddin Hoca ile ilgili en eski kaynak, Ebülhayr Rumi’nin Saltukname’sindeki bir bölümdür. Veli ve Gazi Sarı Saltuk’un menkıbeleriyle ilgili olan bu eser, XV. yy. sonunda kaleme alınmıştır. 1591 tarihinde kopya edilmiş olan tek nüshası bugün Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.)

Zamanda Yolculuk: Nasreddin Hoca'nın Bilinen En Eski Fıkrası
Tarih: 18.07.2008 Saat: 16:57 Gönderen: editor (KARAKUTU)

18 Temmuz 2008 Cuma

Ergenekon’un altında kalan ‘solculuk’

Nasıl da altüst edici günler yaşıyoruz... Taşlar sürekli yerinden oynuyor... Ergenekon’un üzerini örten beton korunaklar delindikçe, demirden söylemler eritildikçe, altından korku tünelleri ve o tünellerin içinde korku filmlerinin baş numarası zombiler çıkıyor...

Ama bu zombiler hâlâ ve yeniden birilerinin umudu olmaya devam ediyor...

“Memleketin Batı’ya açılan pencerelerinden” hayranlık ve eziklik duygularıyla dışarıya bakmaktan, içerideki odalara bakmaya fırsat bulamayanlar, bakmaya tenezzül etmeyenler, bugün kendi korucuları olan bu zombiler açığa çıktıkça panik ve korku halinde içeriye dönüp, zombilerin gölgesinde “en kahraman rıdvan” hallerinde çala kılıç savaşa girişiyorlar. Düne kadar ağızlarını her açtıklarında Fransızca ve İngilizce kelimelerle kendilerini varedenler, ‘trendy’ takılıp, kılık kıyafetleriyle, hayat ve yemek tarzlarıyla farklılıklarını Batı’dan devşirerek kuranlar, bugün baktıkları pencereden gördükleri Batı’nın da değiştiğini çaresizlik içinde farkediyorlar. Düne kadar zihinsel konforlarıyla üzerinde zerre kadar kafa yormadıkları dinselleşmiş bir pozitivizm ve laiklik anlayışlarına inançla sarılıp, ‘militanca’ mücadeleye giriyorlar. Düne kadar bu memlekette işkenceler, yargısız infazlar olurken, kıllarını kıpırdatmayanlar bugün emperyalizme, AB’ye, “AKP kapitalizmine” karşı ‘solculuğu’ keşfediyorlar. Ortada kalıyorlar, arada sıkışıyorlar; çünkü artık ne Batı onların taklit ettikleri Batı, ne de kıyısında, pencerelerinde yaşadıkları toplum onların zannettikleri gibi her türlü hakareti sineye çekecek ‘sessiz’ bir toplum...

Bu çaresizlikleri onları militanlaştırıyor ama aynı zamanda ahmaklaştırıyor. Tanrı’nın yerine koydukları ‘aklı’ tanrısallaştırdıkları için, pozitivizm kalplerini ve bedenlerini ele geçirdiği için Ergenekoncuların “Psikolojik harekat” faaliyetleri içinde ürettikleri komplo senaryolarına körü körüne inanıyorlar. Kendilerine ‘düşman’ olarak öğretilenleri düşman belliyorlar...

SAFLAR YENİDEN İNŞA OLUYOR

Aslında bütün toplumun ortak derdi olan ve oldukça arızalı ve travmatik hafıza koridorlarında olup biten psikolojik boyutlar bir kenara bırakılırsa, ‘Batıcılığa’ sınıfsal bir korunak olarak sığınmış bu orta ve üst sınıf ‘muhafazkâr laiklerin’ kâbusunu, pozitivist akıllarının yetmediği değişim karşısındaki çaresizliklerini ve verdikleri ‘Haçlı seferini’ anlamak mümkün. Ancak Ergenekon zombilerinin görünür olmasıyla ortaya çıkan altüst oluş sadece bu taze ‘solcularla’ sınırlı değil...

Saflar sürekli belirsizleşiyor; sonra yeniden inşa oluyor. Düne kadar “aynı dünyaların insanlarıyız, dertlerimiz ortak” dediğimiz insanların dertlerinin bambaşka olduğunu farkediyor, bizden nefret ettiklerine şahit oluyoruz.

İstanbul’da, Anadolu’da, Dur de, Genç Siviller, DSİP, Ortak Akıl, Mazlum-Der ve LAMBDA aktivistleri gibi birçok girişim ve hareket şimdiye kadar birbirine değmemiş insan ve grupların Ergenekonculara ve darbelere karşı ‘milyonlarca adımı’ birlikte atmalarını sağlarken, bütün bu duyarlılığa mesafeli durmak için binbir dereden su getiren başka tür ‘solcular’ da var...

Eriyen Ergenekon dağının altından çıkan zombileri çok uzun zamandır biliyorduk. 6-7 Eylül’lerden, 1 Mayıs’lardan, Kahramanmaraş’lardan, 12 Eylül’lerden biliyorduk. Bu bilineni dillendirenler bu koskoca toplumda çok fazla değildi. Yargı sağırdı, korkaktı ve dile getirmeye çalışanların kafasına çok bekletmeden balyozlar iniyordu. Ve ‘solcu’ydu bu direnerek dillendirenler; işkencelerde sessizlikleriyle bağırıp, “Kontrgerilladan hesap sorulsun!” diye haykıranlar...

Ancak bugün ‘sol’ adına konuşan bir kesim, bu tarih yokmuş gibi davranıyor... ‘O sol’un beceremediğini ise bugün başkaları yapıyor ve ‘sol’u sadece bir etiket zanneden ve cemaat dilinin içine hapsedenler bugün tarifsiz bir bocalama ve şaşkınlık yaşıyorlar. Adeta “benim gerçekleştiremediğim başarı başarı değildir” diyen, kendilerinden başka kimseyi beğenmeyenler AKP ve Müslümanlar kârlı çıkacak diye Ergenekon’a karşı çıkmıyorlar.

Acayip günler yaşıyoruz... Tarihinde “Türkiye işçi sınıfının temsilcisi” olarak demokrasi mücadelesi vermiş olan DİSK 1 Mayıs’tan beri ortalıkta görünmüyor. 28 Şubat’ta, Batı Çalışma Grubu’yla ‘derin bir uyum’ içinde, Refahyol’a karşı ‘sınıf düşmanları’ patronlarla işbirliği yapan DİSK, 1 Mayıs için gösterdiği hiddeti bugün Ergenekon için göstermiyor.

Anlaşılan o ki, Ergenekon denilen yaratık, başka başarılarının yanısıra ‘solu kullanma’ projesinde de başarılı olmuş... Mönüde ana yemek öncesi iştah açıcı olarak tasarlanıp, “emperyalizme ve kapitalizme karşı işçi sınıfı adına” konuşur gibi yapma ve topluma karşı savaş açanlara moral destek sağlama projesi sadece ‘batıcı’ ve ‘laiklik dini’ altına sığınmış olanları değil, solculuk konusunda mangalda kül bırakmayanları da kuşatmış...

Ama daha acıklı olan, bu ‘solcuların’ sadece Ergenekon’a servis vermeleri değil; bu tür bir ‘sol’un taşıdığı çatışmacı zihniyet... Vicdanını kaybetmiş, küçücük kalmış, o küçücük kalmış şeyin içinde de birbirine giren, birbirine girdikçe daha da ufalan ve kendinden başka kimseyi duymayan bir zihniyet...

SALDIRARAK SOL OLMAK MÜMKÜN DEĞİL

Her şeyi bildiğini zanneden, kendine toz kondurmayan, niyet atfeden, bol bol sınıf, kapitalizm, emperyalizm lafı ettikçe ‘dokunmazlık’ kazandığını düşünen, nefret dilini, şiddetin dilini yeniden üreten bir ‘sol’... Farklılık arayan, küçük farklılıklara diliyle savaş açan, polemiğe bayılan, polemiklerden kamplar ve düşmanlar üreten bir ‘sol’... Bazen Marksist, bazen Kemalist, bazen üçüncü dünyacı, bazen Stalinist, bazen komünist ve bazen de feminist kılıklar altında nefretini, hiddetini Ergenekon’a ve darbelere değil; Etyen Mahçupyan’a, Genç Sivillere, Taraf’a yöneltmeyi marifet sanan, onlara “Sorosçu”, “Fethullahçı” sıfatını yapıştırıp, “gizli senaryoların” parçası ilan eden bir ‘sol’... Bir zamanlar komünistlere yapıldığı gibi, bu ‘sol’ için, ne vesileyle olursa olsun çatışma aramak, saldırmak, saldırdıkça büyüdüğünü zannetmektir mühim olan...

Dinlemeyi, duymayı düşünmeyen; kişi olarak, grup olarak kendini ispat etmekten başka bir dürtüsü olmayan bu ‘sol’un en diri motifi de uzun bir geçmişe dayanan ‘hainlik’ suçlamasıdır. Kemalizm’in adını ağzına almadığı zaman bile, Kemalizm’den devşirdiği ve içselleştirdiği otoriter zihniyeti yüzünden her yerde, hemen yanıbaşında bile hainler ve nefret edilecek birilerini bulur... Ve bu yüzden de kendi kendini yok eder...

Bu ‘solculuğun’ en belirgin özelliği negatiflik, kendinden başkasını beğenmemek, narsizmdir... Kerameti kendinden menkuldür ve ancak başkalarının başarısını aşağılayarak, kendini yüceltebileceğini, kendi değerini arttırabileceğini düşünür...

Ve belki de en acıklısı, farklı versiyonlarıyla bu ‘sol’ şapkayı bir cemaat etiketi olarak kafalarına geçirenler, aslında ortak dertlere sahip olmalarına rağmen, bugün saldırdıkları insanlarla yarın öbür gün ortak alanlarda bulunabileceklerini düşünemezler.

Bu yüzden Türkiye’de bugün bu ‘sol’un esamesi okunmuyor... Ve bu yüzden, kendi kendiyle boğuşmaktan bugün Ergenekon soruşturması ve iddianamesine gereken önemi veremiyor bu sol... Ama bu ‘sol’un dışında, Türkiye’de cesaretle değişim isteği kendini dayatıyor... Bugün Ergenekon için hazırlanan iddianame, Türkiye toplumundaki derinden derine süren ama dilini bulamayan değişim arzusunun hukuksal düzeyde tercümesi anlamına geliyor. Şimdiye kadar binbir türlü baskıya rağmen ‘kelimeleriyle’ konuşmaya cesaret edenlerin dışında toplumun çok önemli bir kesiminin ‘duygularının’ hukuka taşınması anlamına geliyor. Yeni bir dönem başlıyor ve bu başlayan ‘yeni dönem’ yepyeni bir hukuk sistemi, yepyeni bir demokrasi ve siyaset olacak anlamına gelmiyor büyük ihtimalle... Ama zihinlerimizi ve zihniyetlerimizi yenileyebilecek bir dönem anlamını taşıyor. Yani artık bilinen ama korkulduğu için ya da işimize gelmediği için söylemeye cesaret edemediğimiz başka gerçekliklerin dile gelebilmesinin yolunu açıyor. Hamaset nutuklarına esir olmamızı zorlaştırıyor bu iddianamenin yazılmış olması. Bundan sonra, vatan-millet adına yapıldığı söylenen bir takım faaliyetlerin aslında tam da bu vatana ve millete karşı işlenen suçları saklamakta olabileceğini bileceğiz. Bu türden tahakküm kuran hamaset retoriklerinin insanları ele geçirmesi pek kolay olmayacak. Ele geçirse bile, bileceğiz ki aslında sadece mecburiyetten ‘ele geçirilmiş gibi’ yapacağız ve içimizden alay edip o hamasetin kısa sürede çökmesine neden olacağız.

Sonuç olarak kurumsal düzeyi de tabii ki etkileyecek ama esas önemli olan solcusuyla, müslümanıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle, Ermenisi ve Kürdüyle zihinlerimizin demokratlaşması için çok önemli bir adım olmuş olacak. Toplumsal düzeyde demokrasiyi gerçekten yaşamak için çok önemli bir merhale katetmiş ve tecrübe kazanmış olacağız. Ve o zaman muhtemelen ‘sol’u da ‘tırnak’ içine almak zorunda kalmayacağız...
* İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi? ferhatkentel@gmail.com

12 Eylül’ün 90 günü için yargı yolu açık

Adana’da savcılık yaptığı dönemde 12 Eylül darbesinin yargıya taşınmasını talep eden ve meslekten ihraç edilen Sacit Kayasu uyarıyor: Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül 1980 ile 12 Aralık 1980 arasında, yasayla korunmuyordu. O üç aylık dönem için dava açılabilir

Sacit Kayasu, Adana’da savcıyken 12 Eylül darbecilerinin yargılanması talebiyle hazırladığı iddianameyi Ankara DGM’ye verdi. Ancak, iddianame hakkındaki karar ‘takipsizlik’ oldu. Yani darbecilere dokunulmazken, ona dokunuldu. Darbe yapan generaller ‘görevini kötüye kullanmamıştı’ ama Sacit Kayasu ‘görevini kötüye kullandığı’ için meslekten ihraç edilirken, tıpkı Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya gibi avukatlık yapması da engellendi.

DARBECİLER YARGILANSIN • Paşaların darbe teşebbüsüyle tutuklandığı tam da bugünlerde, darbeyi teşebbüs halinden çıkarıp, gerçekleştirmiş paşaların yargılanamamasındaki ‘derin’ çelişkiye dikkat çeken emekli savcı Sacit Kayasu, “Eğer, teşebbüs halini yargılarken, yapanları yargılamazsan darbe tehdidinden asla kurtulamazsın” diyor.

MGK-ERGENEKON • 12 Eylül darbecilerinin yargılanmamasına gerekçe olarak gösterilen Anayasa’nın geçici 15. maddesinin engel teşkil edemeyeceğini savunan Kayasu, şu açıklamayı yapıyor: “Eylül 1980 ile bu maddenin geçerli olduğu Aralık 1980 arasındaki üç aylık sürede Milli Güvenlik Konseyi fiili olarak var, ama yasal olarak yoktur. Yani bugün nasıl kendilerine ‘Ergenekon’ adını vermişlerse, onlar da MGK adını vermişler. Dolayısıyla bu süredeki darbe icraatından yargılanmalarını engellemez. Örneğin Veli Küçük’ü teşebbüsten en ağır ceza istemiyle yargılarken, Talat Aydemir’i asarken, Kenan Evren ve arkadaşlarının yargılanamaması kabul edilemez. Suç işleyenlerin, işledikleri suçu kendi koydukları yasalarla suç olmaktan çıkarması ne hukukun ne de kamu vicdanının kabul edebileceği bir şeydir. Bir şeyin yasal olması hukuka uygun olduğunu göstermez.”

DARBECİLER YARGILANABİLİR • Kayasu, Millî Güvenlik Konseyi’nin 12 Aralık 1980’de çıkarılan 2356 sayılı yasayla kurulduğunu belirtiyor. Böylece 12 Aralık tarihinden önce hukuken böyle bir kurum olmadığına göre 12 Eylül ile bu tarih arasında geçen tam 90 günlük bir dokunulmazlık boşluğu olduğunu savunuyor. Kayasu, bu yöntem işletilerek yargı yolunun açılabileceği görüşünde.

ZAMANAŞIMI UYARISI • Darbeye teşebbüs eden veya darbe yapanların yargılanmalarına ilişkin zamanaşımı süresinin 20 yıl olduğunu söyleyen Sacit Kayasu, bedeli ağır olsa da hazırladığı iddianame ile bu sürenin 2010’a kadar uzamasına neden olduğuna dikkat çekerek, “zamanın daraldığına” da vurgu yapıyor.

DENETLEME YOK • Kayasu bütün devletlerin kendini savunma mekanizması olduğunu kabul etmek gerektiğini, ancak hukuk devletlerinde bu görevi yerine getiren kurumların ‘denetlenebilir’ olduğunun altını çizerek, şunları söylüyor: “Ecevit ve Demirel başta olmak üzere pek çok kişi Özel Harp Dairesi’nden bahsetti ve pek çok şaibeli olay için burayı işaret etti. Ama bu kurumun yasalara uygun faaliyet yürütüp yürütmediği, örgütlenmesi, bütçesi gibi hiçbir yanı denetlenemiyor. Aynı şekilde Sayıştay TSK’yı denetleyemiyor, örtülü ödenekte olduğu gibi. Denetlenemeyen hiçbir yapı hukuka uygun olamaz.”

SAVCILARA MESAJ • Ailesinde yedi albay, bir orgeneral olduğunu belirterek, askere karşı olmadığını ama hukuktan yana olduğunun altını çizen Kayasu, “Burada önemli olan siyasi iktidarın tavrıdır” diye de ekliyor. Eğer siyasi iktidar arkalarında dursaydı eski savcı Sarıkaya’nın da kendisinin de meslekten atılamayacaklarına dikkat çekiyor. Halen Marmara Üniversitesi Kamu Hukuku bölümünde doktora yapan Kayasu, bir hukuk insanı olarak, savcıların mesleğin doğası gereği haksızlıkların karşısında olması gerektiğine vurgu yaparak, başına gelenleri bu ilke doğrultusunda davranmasına bağlıyor.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Hangi kitaptan sinemaya uyarlanırdınız?

Bu haftaki testimizin konusu sinemaya uyarlanan dört roman. Dördü de birbirinden tekinsiz, ahlaksız, illegal ve tehlikeli... Tabii ki tırnak içinde. Tırnağın dışında ise gri bir gerçeklik içeri girebilmek için kapımızı çalıyor. Yaşamın kıyısı, uyuşturucunun damarı, şiddetin yanı, şizofreninin sınırı... Kitaplarda, beyazperdede ve işte şimdi de testimizde...

1) Dünyaya kötü bir çocuk olarak geldiğinizi düşünelim. Siz de bize neden kötü olduğunuzu söyleyin.
a) Uyuşturuyorum.
b) Şiddetten özel bir zevk alıyorum.
c) Şehrin arka sokaklarında, çetelerin ve satıcıların arasında daha huzurluyum.
d) Gizlice sisteme karşı örgütleniyor ve örgütlüyorum.


2) Delilik nasıl bir şey sizce?
a) Delilik mi! Sen hiç gökyüzünün içinde yüzdün mü?
b) Akıllı olmak adına geleceğin noktadadır.
c) Hayatın gerçek yüzüyle karşılaştığın an, yaşayacağındır.
d) Aynaya bakmayı dene.

3) Bize tehlikeden bahseder misiniz?
a) O yanı başındayken, nefes aldığını hissedersin.
b) Düşündüğün kadar tehlikeli değildir.
c) Duymaya başlayacağın hikâyelere, kulakların inanabilecek mi?
d) Onunla tanışman lazım.

4) Aşağıdakilerden hangisini söylemek isterdiniz?
a) “Lanet olası C vitamini illegal olsa onu bile kullanırdık.”
b) “ Sadece iyilik yapmakla görevli küçücük bir makinesin.”
c) “İnsanın en yakın arkadaşı tekerlek olur mu uleyn!”
d) “Ancak her şeyini kaybettiğin zaman, canının istediğini yapmakta özgür olabilirsin”

5) İçinizdeki muhafazakârı uyandırın. Hangisi söyleyeceklerinizden biri olabilir?
a) Anlamıyorum bu çocukların ana babaları yok mu?
b) Tedavi olsunlar, topluma yeniden kazandıralım da, durum ciddi.
c) Bu insanların hemen yanı başımızda olduğunu insanın aklı almıyor. Derin bu işler!
d) İnsan yok ederken ne kadar acımazsızlaşabiliyor!

6) Ne yapmalı, ne etmeli dersiniz?
a) Dünyadaki değişimin sancısı çekiliyor, aileler bilinçlendirmeli!
b) Rehabilitasyon!
c) Emniyet güçlerine çok iş düşüyor
d) Örgütlenmeleri engelleyelim!

7) Toplumsal bir eleştiri yapın şimdi de...
a) Uyuşturucu ile kendini bulmaya çalışan gençlik, yaşadıkları hayal dünyasından
ölüme doğru sürükleniyor.
b) Toplum ya kişiyi şiddete sürükler ya da itilmişlik duygusuyla süründürür.
c) Kimileri suçun ve cezanın kitabını yeniden yazıyor ve oyunu kendi kurallarına göre oynuyor, biz ise görmezden geliyoruz.
d) İnsanlık kapitalizmin ördüğü çarklar arasında eziliyor.

8) Sahi, içinde türlü türlü ahlaksızlık bulunan ve her türlü kanunun ayaklar altına alındığı bir kitabı neden okursunuz?
a) Böyle kitaplar aslında trajedileri gözler önüne seriyor.
b) İnsanlık üzerine düşünmemizi sağlıyor.
c) Hiç fark etmediklerimizi su yüzüne çıkarıyor.
d) İplerin kimin elinde olduğunu gösteriyor.

9) Siz böyle bir kitap yazsanız hangi konunun üstüne giderdiniz?
a) Uyuşturucu
b) Şiddet
c) Hayat defterinden silinmişler
d) Yabancılaşma

10) Son olarak, çağrışımlarınızı serbest bırakıp bir şık seçin?
a) Tuvalet
b) Beethoven
c) Kolera
d) Sabun

A’lar çoksa:
Trainspotting
İskoç yazar Irvine Welsh’in romanı, 1996’da Danny Boyle tarafından aynı isimle sinemaya aktarıldı. Kitapta İskoç bir grup eroin bağımlısı gencin hikâyeleri anlatılır. Renton ve dostları seçilmiş bir yaşam yaşamaktansa seçtikleri bir yaşamı yaşamayı tercih ederler. Ya da başka bir deyimle herhangi bir yaşam değil, bir ‘şey’ seçerler. Neden mi? Yine onların deyimiyle “Eroin varken kim nedene ihtiyaç duysun ki?”

B’ler çoksa
Otomatik Portakal
Anthony Burgess’in romanından Stanley Kubrick tarafından sinemaya aktarıldı. Kitabın “kahramanı” tecavüz eden, hırsızlık yapan, her türlü toplumsal normu reddeden, şiddet eğilimli, bozuk kişilikli Alex’tir. Daha sonra koşullandırılma yoluyla tedavi edilerek “iyileştirilen” Alex, acınılacak biri haline gelir. Kitapta iyi ve kötü, doğru ve yanlış, suç ve masumiyet üzerine sorgulanacak çok şey var, tavsiye ederiz.

C’ler çoksa Ağır Roman
Metin Kaçan’ın aynı isimli romanından Mustafa Altıoklar tarafından sinemaya uyarlandı. Hikâye, İstanbul Tarlabaşı’ndaki Kolera isimli bir mahallede geçer. Ağır ağabeyler, raconlar, varoşlar, harcananlar, harcayanlar... Görmediğiniz, görmezden geldiğiniz hayatları dikizleme imkânı.

D’ler çoksa: Dövüş Kulübü
Chuck Palahniuk’ün aynı adlı eserinden David Fincher tarafından sinemaya uyarlanmıştır. Kapitalizme karşı alışmadığımız türden bir başkaldırı niteliği taşıyan hikâye, tüketim toplumunu ve “sürü” içerisinde kendini arayan bireyi, bireyin ikiliklerini ve yabancılaşmasını anlatır. Sürpriz sonuyla okuyanı şaşkına çevirir. Hâlâ DVD’si en çok satan filmlerden biridir.
Radikal Kitap/11/07/2008

13 Temmuz 2008 Pazar

KREDİ KARTLARI ÜYELİK ÜCRETİ HAKKINDA

Yargıtay son noktayı koydu: Bankalar kredi kartı ücreti alamaz
ANKA

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, bankaların müşterilerinden aldıkları ’kart ücreti’ne ilişkin emsal bir karara imza attı. Karara göre, bankalar, müşterilerinden kredi kartı ücreti talep edemeyecek. Tüketici Hakem heyetinin verdiği, ’kredi kart ücreti’nin alınmamasına ilişkin kararın iptalini görüşen Yargıtay, davacı bankayı haksız buldu.
Y.K adlı bankadan aldığı kredi kartının yıllık ücreti olan 30 YTL’nin tüketici haklarına aykırı olduğu iddiasıyla Zonguldak Tüketici Hakem Heyeti’ne başvuran H.A. tüm kredi kartı kullananları ilgilendiren emsal bir kararın çıkmasını sağladı.
H.A’nın başvurusunu değerlendiren Zonguldak Tüketici Hakem Heyeti, kredi kartı ücretinin iptaline karar verdi. İlgili banka Y.K bu kararın iptali için Zonguldak 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açtı. Mahkeme, bankanın müşterisine imzalattığı sözleşmede kredi kart ücretinin alınacağının belirtildiğini ve bu nedenle Tüketici Hakem Heyeti kararının iptaline karar verdi.

-KREDİ KARTI SÖZLEŞMELERİ TÜKETİCİ ALEYHİNE HAZIRLANIYOR-

Zonguldak 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin verdiği kararı bozan Yargıtay, bankaların hazırladığı sözleşmelerin ‘tüketici aleyhine’ olduğuna dikkat çekerek bu sözleşmelerin 12 punto siyah koyu harflerle düzenlenmediğini kaydetti.
Kararda şu görüşler dile getirildi:
“Taraflar arasındaki sözleşmenin 9. maddesinde kart kullanıcısından kart kullanım ücretinin alınacağı belirtilmiştir. Sözleşme incelendiğinde; sözleşmenin davacı banka tarafından matbu, standart olarak hazırlanıp boş olan kısımların rakam, isim ve adresler yazılarak doldurulduğu, sözleşmenin on iki punto koyu siyah harflerle düzenlenmediği görülmektedir. Davacı, tüketici aleyhine olan ve tüketiciyi kart kullanımı ücreti adı altında bir külfete sokan sözleşme hükmünün tüketici ile ayrıca müzakere edilerek kararlaştırıldığını iddia ve ispat edememiştir. Böyle olunca sözleşmedeki kredi kartı üyelik ücreti alınacağına dair hükmün açıklanan yasa ve yönetmelik hükümleri karşısında haksız şart olduğu kabul edilmelidir. Dolayısıyla davacı bankanın bu sözleşme hükmüne dayalı olarak kredi kartı kullanıcısı davalıdan ücret istemesi olanaklı değildir. Bu durumda yasaya uygun olan, Zonguldak Tüketici Sorunları Hakem Heyeti kararının iptali istemi ile açılan davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yukarda açıklanan hususlar gözetilmeden davanın kabulü usul ve yasaya aykırı olup hükmün bozulması gerekir."

5 Temmuz 2008 Cumartesi

BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ

BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ, SONRA...





Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.



Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: 'Nazif Bey mi?'dedi.


'Evet, Nazif Bey!' diye cevap alınca,



hüzünlü bir ses tonuyla 'Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.' dedi.



Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. 'Ya, öyle mi...?' diyebildi sadece.



Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini Toparlayıp 'Onun adına görüşebileceğim



bir yakını var mı acaba?' diye sordu.


'Evet var, oğlu Selim Bey....'.


Titrek bir sesle 'Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?' dedi.



Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,





'Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.





' Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra 'Kim diyelim efendim?' diye sordu.



'Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.' cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi.



Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, 'Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.' dedi.





Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi.
O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,



'Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.' dedi.



'Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun.' dedi, genç iş adamı.



Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
'Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.' dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu.



'Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.'



Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: 'Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.' Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden
fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine:



'Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?' Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla 'Evet' dedi. Bunun üzerine Selim Beyin
gözleri sevinçle parladı.



'Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.' dedi.


Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve 'Sizi karşıma Allah çıkardı.' dedi.


Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı



'Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?' dedi.


Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak




'Bizdeki emanetinizi vermek için...' deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.



'Emanet mi?' dedi.



Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine
'Gelebilir misiniz?' deyip telefonu kapattı.
Mehmet Bey, Şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.



Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.
Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki
tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,



'Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.' dedi. 'Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda
hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.'




Diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.' dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.


Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.



Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:



'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...'
Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı.


Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:



'Bir müddet sabredeceğiz, sonra...'


İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip Tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.

Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...'


diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu.
Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,

'Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.' dedi.



Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak


'Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik

O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...

Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin
yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi,'Alışacağız.'dedi.



Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.



Annem bezgin bir sesle:
'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı. Bunun üzerine babam:



'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi





Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık.
Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla,
'Yoruldum.' dedim.




Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum.
Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı.





Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı:
'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'



Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.



Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi.
Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.





'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker



verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.



Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı.





Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.



Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.


Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım


zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın
yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.' dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı,



hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor'.



Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.



'Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.
'Selim Beye döndü ve
'Siz ne yapardınız?' diye sordu.




Selim Bey kendisine has tebessümü ile:
'Bir müddet zeytin yerdim, sonra...' dedi ve gülümsedi.




O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir Kutuyla içeriye girdi. Kutuyu elim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.

'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.

Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.





Sevgili Mehmet Bey oğlum,


Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...
Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.
Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu
borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.
Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir.
Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

4 Temmuz 2008 Cuma

HUKUK

Öylesi günler yaşıyoruz ki;deyim yerindeyse, ortalık toz duman.Toplumun her yerinden,kum fırtınıları geliyor. Yukarıdan,aşağıdan,soldan,sağdan.Ve uzaktan kapkara bir hortum görünüyor;Giderek yaklaşıyor ve korkarım hepimizi içine alıp savuracak.Böyle bir durum da kim kurtulur belli değil. Böylesi bir günde;Medyada ve insanlar arasında en çok konuşulan HUHUK. Nedir acaba hukuk?
Hukuk dönemden döneme değiştiği için hala doyurucu bir tanım yapılamamıştır. Kant "Hukukçular hala hukukun tanımını aramaktadırlar" der. Günümüzde en çok kabul edilen tanımı ise: "Belirli bir zamanda belirli bir toplumdaki ilişkileri düzenleyen ve uyulması devlet zoruna (müeyyide) bağlanmış kurallar bütünüdür".

Geniş bi kavramla ifade etmek istersek teknik anlamda hukuk;örgütlenmiş bir toplum içinde yaşayan insanların birbirleriyle ve ya kişilerin yine kendilerinin meydana getirdiği topluluklarla ve bu toplulukların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen,kişilerin güvencesini ve insan haklarını sağlamak amacıyla oluşturulan ve devlet gücü ile desteklenen bağlayıcı,genel,soyut ve devamlı kurallar bütünüdür.

Bilimsel bir disiplin olarak hukuk, kendi içinde temel olarak ikiye ayrılır. Genel olarak hukukun kişiler arası ilişkileri konu alan kısmına Özel Hukuk, kişiler ile devlet veya devleti oluşturan kurumlar arası ilişkileri düzenleyen kısmına ise Kamu Hukuku adı verilir. Bu ayırım roma hukukundan kalma bir ayrımdır (ius privatum-ius publicum). Medeni Hukuk, Ticaret Hukuku ve Devletler Özel Hukuku özel hukukun, buna karşılık Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku ve İdare Hukuku kamu hukukunun başlıca alt dallarıdır.

Kamu hukuku,devletin ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenişine,işleyişine,gördükleri hizmetlere ilişkin kurallar içerir.Demokratik toplumlarda kamu hukukuna başlıca egemen olan ilkeler hukuki güvenlik ve kanunilik prensipidir.Özel hukuk ise dar anlamıyla kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler.Egemen olan ilkesi irade serbestisidir.
HUKUKUN DAYANAĞI
Hukukun dayanağı ile ilgili çeşitli dönemlerde kuramlar üretilmiştir.Bunları sıralamamız gerekirse; bilinçi bir irade olarak gören kuramlar, irade dışı olarak gören kuramlar ve pozitivist kuramlar.Bu kuramların bazılar felsefik değil ortaya konduğu dönemin sorunlarını çözmek veya politik görüşleri hukuk biliminde dile getirme ihtiyacından ortaya çıkmıştır.
BİLİNÇLİ İRADE
* Genel irade kuramı'na göre hukuk toplumdaki insanların karşılıklı olarak birbirleriyle anlaşmalarını dayanak alır ve bunun sonucunda hukuka, toplumsal sözleşme olarak bakar.İnsanların anlaşarak ortaya çıkardığı bu toplumsal sözleşmeye uymaları kendileri için ödev olarak görülür.
* Tansırsal irade kuramı hukuku Tanrı'ya dayandırır ve ancak onun istemesi dahailinde ortadan kalkar.Hukuka uyma zorunluluğu, onu Tanrı'nın yansıması olarak gördükleri içindir.
* Kişisel irade kuramı ise Devletin iradesine dayandırır.Hukuk devlet ve onu temsil eden güçler içindir.
* Her yaptığımızdan kendi öz ve hür iradelerimiz sorumludur.Ancak günümüze kadar bu kuramları tamamen çürüten ve yok sayan birçok olay olmuştur.Bu olaylardan ötürü yeni verilen hükümlerde iyiniyet şartına bakılmaktadır.Eğer bir durum olduğunda kişinin ehliyeti bulunuyorsa vede ortada bir yanlışlık varsa en son olarak iyiniyet durumunun olup olmadığına bakılır ve gerekli duruma göre işlemler yapılır.
BİLİNÇ DIŞI İRADE
* Tarihsel hukuk kuramı, hukuku ulusların tarihlerine dayandırır.Hukuk bir ulusla doğar yaşar ve gelişir, bir yasa koyucunun iradesine bağlı değildir.

* Doğal hukuk kuramı'na göre ise doğal hukukun insan var olmadan önce de var olduğunu ve insanların yaptığı hukukun bu doğal hukuka uygun olması gerekir.İnsan hakları doğal hukuk kuramına göre değerlendirilir.Örnek olarak insanların doğal olarak sahip olduğu yaşam hakkı değiştirilemez veya kaldırılamazlar.

3 Temmuz 2008 Perşembe

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır'

TARAF - 'Düşünmek Taraf Olmaktır': "Ahmet Altan



Darbe ve medya
Her darbenin bir medyaya ihtiyacı vardır.
Darbe silahsız olur ama medyasız olmaz.
Çünkü darbelerin altyapısını medya hazırlar, ülkeyi “korkunç” bir tehlikeyle karşı karşıya olduğuna ikna etmek, insanlarda “biri gelsin bizi kurtarsın” duygusu yaratmak medyanın görevidir.
Bu ülke yıllarca “komünizm” tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna nasıl inandı?
Türkiye’de komünist bir sistemin kurulmasının ne imkânı ne ihtimali vardı.
İşçi sınıfı bile yoktu o zamanlarda.
Gencecik çocukların hiçbir sosyal temeli, hiçbir toplumsal tabanı olmayan hareketleri bu ülkeye büyük komünist ayaklanması diye nasıl yutturuldu?
12 Mart’ta ihtiraslı generallerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesini, bu halk nasıl oldu da “komünist devrimin” önlenmesi olarak kabul etti?
Bu insanlar ne olduğunu bile bilmedikleri komünizmin bir “öcü”, ordunun da tek kurtarıcı olduğuna nasıl inandı?
Medya sayesinde inandı.
Darbe yandaşı medyanın birinci görevi bir “korku” yaratmaktır.
Ortada toplumsal bir �"

2 Temmuz 2008 Çarşamba

İşte gözaltındakilerin tam listesi / Türkiye / Milliyet İnternet

İşte gözaltındakilerin tam listesi / Türkiye / Milliyet İnternet
Türkiye dün sabah saat 07'den beri sarsılıyor. Gözaltılar gece de devam etti. Yeni isimler eklendi. İşte tam liste;

Türkiye Ergenekon operasyonu ile sarsılıyor. Ankara'da gözaltına alınan 7 kişi dün gece İstanbul'a getirildi. Operasyon Erzurum ve Trabzon'a kadar uzandı.

Gözaltındakiler şunlar;

ANKARA
-Şener Eruygur - Emekli Orgeneral(Eski Jandarma Genel Komutanı)
-Hurşit Tolon - Emekli Orgeneral (Eski 1. Ordu komutanı)
-Mustafa Balbay-Cumhuriyet gazetesi Ankara Temsilcisi
-Sinan Aygün -Ankara Ticaret Odası başkanı
-Hamza Demir-Toplumsal haber adlı sitenin yazarı
-Kemal Aydın-Emekli maliye müfettişi
-Neriman Aydın-Toplumsal haber sitenin yazarı

İSTANBUL
-Levent Ersöz-Emekli Tuğgeneral-Eski Jandarma İstihbarat Başkanı
-İlker Güven - Emekli Tuğgeneral
-Ufuk Büyükçelebi-Tercüman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
-Birol Başaran-Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy ilçe başk.
-Güral Başaran-Ulusal Sanayici işadamları derneği genel sekreteri
-Adnan Türkkan-Türkiye gençlik birliği kurucu başkanı
-Tunç Akkoç-İşçi Partisi gençlik kolları genel başkan yardımcısı
-Dursun Ali Toroman-ADD Maltepe başkanı
-Erol Mütercimler-Emekli binbaşı, gazeteci-yazar
-İbrahim Özcan-Emekli astsubay
-Kadir Ali Esenler: Emekli asker

ANTALYA
-Hasan Atilla Uğur-Emekli albay
-Osman Gürbüz-Serbest meslek

TRABZON
-Prof.Dr.Ercüment Ovalı-K.T.Ü. Hemotoloji eski Anabilim dalı başkanı ve ünlü bir genetik uzmanı

ERZURUM -Murat Avar-TRT muhabiri
-Siyami Yalçın-Müteahhit

1 Temmuz 2008 Salı

Hayvanlar Çiftliği



 
 

MONOLOG tarafından Google Reader ile size gönderildi:

 
 

01.07.2008 tarihinde Karakutu.com-Kültür Sanat üzerinden, yazan:

Geroge Orwell'in komünist sistemi eleştirmek için yazdığı o ünlü romanı Hayvanlar Çiftliği'nde neredeyse dünyanın bütün dillerine girmiş bir cümle vardır.

"Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir."

Tahmin ettiğiniz gibi "daha eşit" olanlar, yönetimi ele geçirmiş olanlardır.

Bir ülkede "asıl egemenlerin" kim olduğunu anlayabilmek için kimin "daha eşit" olduğuna bakmak gerekir.
Kimi eleştiremiyorsunuz?
Kiminle ilgili şaka yapamıyorsunuz?
Kimin hataları gazetelere yansımıyor?


 
 

Buradan şunları yapabilirsiniz: