11 Nisan 2009 Cumartesi

Suç bizim günah bizim

Bir zamanların, “Suç senin, günah senin” diye başlayan popüler şarkısını, geçenlerde bir televizyon programını izlerken hatırladım. Ekranda, bu türden programların artık ne söyleyeceklerini ezberlediğimiz gedikli uleması değil, gençler vardı. Geç bir saatti, ama gençleri görünce umutlandım; gençliğin isyankârlığını, kalıpları, putları yıkan ataklığını yansıtan bir şeyler, yeni fikirler, yeni sözler duyacağımı umut ettim.

Programı hazırlayanlar farklı ideolojik kanat ve örgütlerden gençleri toplamışlardı stüdyoya. Hani bizim zamanımızın sloganıyla; yüz çiçek açsın, yüz fikir gelişsin, diye. Azı kız, çoğu erkek, yanılmıyorsam on dört gençti. Biraz geç açtığım için, Obama’nın Türkiye ziyaretinin değerlendirmesine odaklanmış programa katılanların tümünü baştan dinleyemedim; eksiğim yanlışım, haksızlığım varsa bu yüzdendir; affola... Ama dinleyebildiğim, seyredebildiğim kadarı, hevesimi umudumu kursağımda bırakmaya, derin derin ve kara kara düşündürmeye yetti.

Karamsarlığıma yenilip toptancı bir bakışla haksızlık etmemeliyim; Lambda’dan gelen genç, Ermeni gencimiz, Genç Siviller’in temsilcisi, bir de örtülü örtüsüz genç kızlar; üsluplarıyla, geniş bakışları, ayrımcılığa karşı özgürlükçü fikirleriyle fark yaratıyorlardı. En önemlisi de bugünün dünyasını anlamaya çalışıyorlardı. Arada kaçırmış olduğum, izleyemediğim benzer genç katılımcılar olabilir; ama beni kara kara düşündüren, ulusalcı Kemalist “sol”un çeşitli gençlik örgütlerinden gelen gençlerin, sosyalist solun gençlik temsilcisi konumundaki gencin, milliyetçi mukaddesatçı gencin, Alperen Ocakları temsilcisi gencin fikirlerinin özünün ve söylemlerinin, inanılmaz biçimde birbirinin kopyası olmasıydı. Aynı katı, içi boş, slogancı söylem, kendi fetişleştirilmiş kavram ve değerlerinin mutlaklığına inanmış, farklı olanı düşman ilan eden, diyaloga kapalı tutum; söyleneni kavramaya çalışmak, üzerinde düşünüp kendi fikrini üretmek yerine, olguları şablonlara uydurmaktaki benzerlikleri; bilgi ve derinleşme eksikliği, kavram kargaşası... Beni asıl acıtan: sağı, solu, milliyetçisi, Türk-İslam sentezcisi, ulusalcısı, kendisini sol ve de sosyalist sayanıyla, yaşları yirmilerdeki bu gençlerin kırk yıl öncesinin sloganlarını, bakışlarını, düşünce kırıntılarını, kırk yıl öncesinin söylem ve eylem modellerini, dünyanın bu son kırk yılda nasıl değiştiğini hiç düşünmeden aynen tekrarlamalarıydı.

Sosyalist bir partinin gençlik örgütünden gelen temsilcinin, Obama ve ABD’ye karşı mücadelede “Kommer’in arabasının yakıldığı ve 6. Filo mürettebatının Dolmabahçe’den denize atıldığı” günlerin ruhuna ve anlayışına duyulan özlemi dile getirmesi bunun en açık ifadelerinden biriydi. Obama’nın Türkiye’ye gelmesi öncesinde ve sırasında, ulusalcı veya sosyalist soldaki gençlik örgütleriyle koyu İslamcı, milliyetçi-mukaddesatçı gençlik örgütlerinin protesto modellerinin benzerliği de dikkat çekiciydi zaten: Obama’nın fotoğrafları ayaklar altında çiğneniyor, ABD bayrakları yakılıyor, “katil Obama” diye bağırılıyordu.

Çift kutuplu dünyadan ABD’nin mutlak hegemonya dönemine geçilirken emperyalizmin nasıl, nereye doğru evrildiğini; sömürü biçimlerinin, evet daha da ağırlaşarak ve sinsileşerek, ama nasıl değiştiğini; başdöndürücü teknolojik devrimin kapitalizmi nasıl etkilediğini ve bunun emekçi sınıflara nasıl yansıdığını; günümüzde “devrim”in ne anlama geldiğini, bunun gibi yüzlerce can alıcı soruyu hiç sormuyorlardı. Kendilerine solcu veya ulusalcı diyenler kırk, kırk beş yıl önce bizler neler söylüyorsak onları söylüyorlardı. Milliyetçi mukaddesatçı söylem ise, kırk yıldan da daha eskilerdeydi. Seksen yıl öncesinin Türklük ve Müslümanlık söyleminin cafcaflı ama kof sloganlarını tekrarlıyordu.

Bu gençleri dinlerken, yıllar öncesine gittim, nostaljik bir hüzünle televizyon ekranına öylece bakakaldım. Ama nostalji, yani geçmişe özlem yaşlılara özgü bir ruh halidir sevgili gençler. Başdöndürücü hızla değişen bir dünyada ve onun parçası olan Türkiye gibi bir ülkede kırk yıl, elli yıl önce doğru olanın, ileri olanın, devrimci olanın bugün de devrimci ve doğru olabileceğini, hele de kendilerini solda sananların kitabı yazmaz.

Televizyonu kaparken hüzünle düşündüm: Hepsi pırıl pırıl güzelim gençlerdi. Onların genç kafalarını iğdiş eden, gençliğin gerçekten devrimci, yaratıcı isyan duygularını çarpıtıp resmî devlet ideolojisinin ya da sağın veya solun kendi resmî ideolojilerinin askerleri haline getiren, genç kafaları dumura uğratan biraz da bizlerdik; bizim kuşaklardı. Partilerinde, örgütlerinde, tekkelerinde, cemaatlerinde, gençleri kendi nostaljilerine tutsak eden, sorgulamayı ihanet ya da kâfirlik sayan “devimci abiler”in ya da “milliyetçi muhafazakâr şeyhler”in; sorgulayan, özgür düşünceli bireylerden korkan irili ufaklı bütün muktedirlerin günahlarının izlerini taşıyorlardı kafalarında.

Genelleştirmek kötüdür, çoğunlukla yanıltıcıdır, biliyorum. Ama izlediğim o TV programı bana, yarının barışçı, özgür Türkiye’sinin, bugün marjinal sayılıp ötekileştirilen, ayrımcılığa uğratılan, mağdur edilen, böyle olduğu için düzeni derinlemesine sorgulayan ve isyan eden gençlerin hele de kadınların eliyle kurulacağını düşündürdü. Bence bizler, onların üzerindeki baskıları kaldıralım, yollarına kendi nostaljimizin ve hatalarımızın taşlarını döşemeyelim, yeter.

Oya Baydar



Hiç yorum yok: