18 Ağustos 2008 Pazartesi

Atalay GİRGİN

Türkiye’nin gündemi kılınan iki
dava vardı. Biri Ak Parti’nin kapatılması, diğeri namı değer
‘Ergenekon’. İkisinden de umulanın aksine, tüm karşıt tarafların
beklentilerine uygun bir şey çıkmayacaktı. Nitekim Ak Parti davasına
ilişkin verilen kararın, kendisinden çok kararı alanları tartışmaya
açık kılan ve şimdiden “acaba”ları ve bir dizi soruyu gündeme taşıyan
matematik, mantık ve hukuk kurallarını alt üst eden niteliği1, bunun örneğidir.

‘Ergenekon’
için ise “bekleyip görelim” dense de, bir yandan mevcut gelişmeler ve
sorunun hem salt hukuki olmayışı hem de arka plandaki çok yönlü ve çok
boyutlu ‘ilişkiler’in derinliği ve fluluğu, basında yer alan çoğu
magazinel haber ve yorumlara rağmen dava sürecinin kadükleşmeye
başladığının göstergesidir. Diğer yandan ise, tüm adli vakalarına
rağmen, asıl sorunun bir paradigmalar mücadelesi olması nedeniyle,
tahterevallide kalan figüranın hem ayağının hem de kolunun sakatlandığı
bugünkü koşullarda, düşürülen figüran ‘Ergenekon’u yok etme
kararlılığını göstermesi, kendi başına olanaklı görünmemektedir. Çünkü
tahterevallide kendi dengesini yitirmeden durabilmek için koltuk
değneklerine ve desteğe ihtiyacı vardır. Yoksa kendisi de düşüverir,
düşürülüverir. Figüranlara kıran girmedi ya…

Tıpkı Ak Parti ve
‘Ergenekon’ davaları gibi, ‘Marksizm’leri tartıştırmaktan da bir şey
çıkmayacaktır. İkisinin de, şu anda farkında olunmasa da kazananı değil
kaybedeni olacaktır. Çünkü her ikisi de sorunların doğru tespitine
dayanan çözüm arayışları yerine, yanlış soruların peşinde ‘doğru’
yanıtların bulunabileceği yanılsamasına dayanmaktadır.

Nelik ve
gerçeklik ilişkisinden bağımsız olarak, laiklik, özgürlük, demokrasi,
darbe, sol liberalizm, ılımlı İslam, işçi sınıfı, devrim, ulusalcılık,
küreselleşme, vb. gibi kavramlar havada uçuşturularak, insanlar
kavramların ardında saf tutmaya yöneltilirken, aslında yaratılan,
“birileri” için tam bir “bulanık suda balık avlama” mevsimidir. Bu
ortamı yaratanların ilk “avlananlar” olup olmayacağı bir yana; bedelin,
her geçen gün ağırlaştırılarak kimlere ödetildiği/ödetileceği belli :
Toplumun ezilen sömürülen kesimleri. Ya avcılar…?

Gündeme
ilişkin olanları, ilgilenenler, gördükleri ya da görmeleri istenen
kadarıyla izliyor. Ama başlıktaki konu için geçerli değil bu. İşte bu
konuya ilişkin Radikal İki sayfalarında tartışmanın başladığı dönemde,
“‘Marksizm ile tartışmaya’ çağrının encamı nedir? Birincisi; aslında
tartışmamaya çağrıdır; yarım kaldığı düşünülen bir hesabı, “benim
‘marksizm’im seninkini döver” edasıyla, tamamlama yaklaşımıdır. Nasıl
olsa Marx bir taneyse de ‘marksizm’ çoktur. ‘Marksist’ ise takım takım,
bölük bölük, kırmızısından yeşiline mavisine, gökkuşağı gibi renk renk;
ama renkahenk değil. Hepsi bir kazana konulabilse –ki bu şimdilik
mümkün değildir- ve 40 yıl kaynatılsa bir aşure tadı ve kıvamı bile
elde edilemez. İkincisi; toplumsal-sınıfsal mücadele alanında siyasal
ve yapısal bir güç olamamanın açmazını, masa başında, tezlerini,
önermelerini dövüştürerek, referanslar ve mantıksal akıl yürütmeler
üzerinden aşma, bir nevi rüştünü ispatlama girişimidir. “Yeşil”de sırra
kadem basanların, “gri”de arz-ı endam eyleme çabası…” diye yazıp
bırakmıştım. Ama “tartışmaya çağrı”nın da müsebbibi olan Sungur
Savran’ın, 20 Temmuz tarihli Radikal İki’de “Küreselcilik, ulusalcılık,
enternasyonalizm” başlıklı yeni bir yazısı yayımlandı.

Savran’ın
yazısındaki iki nokta, yalnızca bir ay önce yazdıklarımı anımsatmadı.
Aynı zamanda 12 Eylül sonrası zevahiri kurtarma gayretkeşliğindeki
zevat-ı muhteremlerin bir vecizesini de anımsattı : “Kitlelerin üzerine
ölü toprağı serpildi.” Sanki sınıflar mücadelesi tatil eylenmişti. Hal
böyle olunca, ağızlarıyla kuş tutacak değillerdi ya…

Tıpkı onlar
gibi, Savran da, farklı sözcüklerle, kendisinin de içinde bulunduğu
“üçüncü doğrultu”nun, “şimdilik, sınıf mücadelesinin düşük olduğu bir
dönemde sesini çok fazla duyuramıyor” olduğunu belirtiyor. Elbette bu
“düşüklük”, nereden, neden, nasıl, nereye baktığınıza bağlı olarak
değişir. Hatta sınıflar mücadelesinin düşüklüğü bir yana, bu alanda
“yaprak kıpırdamadığını” bile iddia edebilirsiniz.

Ama bu
iddiaların, gerçeklik karşısında herhangi bir hükmü de hakikâti de
yoktur. Çünkü sınıflar mücadelesi, Türkiye’de ve Dünya’da, mücadelenin
uluslararası karakterine uygun biçimde, bir saniye bile sektirmeksizin
devam etmektedir. Çünkü ‘Küreselleşme’, “bir sınıf saldırısıdır”.

Türkiye
gibi ülkelerde ise bu mücadele, kelimenin gerçek anlamında vahşice
sürmektedir. Sendikasızlaştırmadan, sigortasız ve asgari ücretin
altında işçi çalıştırmaya ve işten çıkarmalardan, işsizliğe ve
pahalılığa dek her şey sınıf mücadelesinin ne denli yüksek düzeyde
seyrettiğinin göstergeleridir. Gerisi, bu sürecin neresinde, nasıl ve
ne ölçüde, toplumsal-sınıfsal bir siyasal yapı ve güç olarak yer alınıp
alınmadığıyla ilgilidir. Eğer bu mücadelenin içindeyseniz ve orada
nefes alıp veriyorsanız, bu alandan çıkmaya da, birilerini “Marksizm
ile tartışmaya” çağırmaya da zamanınız yoktur. Dahası sınıflar
mücadelesi içindeki konumunuzla yaptığınız ve söylediğiniz her şey hem
bir seçenek hem de bir yanıttır zaten hem kendinize muarız
kıldıklarınıza hem de fiili ve potansiyel kitleye...

Ama ne var
ki, görünen köy için kılavuza hacet yok. Sınıflar mücadelesinin içinde
bir güç olamayanlar, rüştlerine karineyi daima “gri”de ararlar. Söz
konusu yazıdaki ikinci nokta da burada karşımıza çıkıyor. “Solda
fikirler alanında verilen mücadelenin gerçekten bir şeyler
öğrenilebilecek bir diyalog haline gelebilmesi”nden söz ediyor Savran.
Başlangıçtaki tespiti doğrularcasına, “yeşil”in galebe çaldığı yerde
hala “gri”den medet ummaktır bu.

Oysa sınıflar mücadelesinin bu
denli çetin, işçi sınıfının bu denli bölünmüş ve dağınık olduğu ve
sınıfın değişik kesimlerinin her gün yenildiği bir dönemde, ısrarla ve
doğru bir biçimde sınıf vurgusu yapanların başkalarından önce
kendilerine yöneltmeleri ve yanıtlamaları gereken doğru ve elzem
sorular vardır: Mevcut koşullar içinde neden toplumsal-sınıfsal-siyasal
anlamda maddi bir güç değiliz? Dünden bugüne neyi eksik ya da yanlış
yapıyoruz? Araçlarımız mı yanlıştı, söylem ve eylemlerimiz mi? Yoksa…

Elbette
bunları yanıtlamaya yeltenmek en zor olanıdır. Çünkü insanların,
‘yapı’cıkların ya da ‘takım’ ve ‘bölük’lerin kendileriyle yüzleşmeleri,
hatta varlık koşullarını sorgulamalarını gerektirir. İğneyi kendine
batırmaktan çok “aynaya bakmayı”… Bunu yapamayanlar için süreci
geciktirmenin yolu, başka sularda oyalanmaktır. Tıpkı ‘Marksizmler’i
tartıştırmak gibi ya da “Çatı Partisi” türünden “herkese birer koltuk
taksimatı” arayışları gibi… Ama bu ne çözümdür, ne de bir çıkar yol...
Yalnızca sonu geciktirir.
Dolayısıyla çözüm, önkoşulsuz bir biçimde
herkesin ve her kesimin yukarıdaki soruların yanıtını, yapmaya yönelmek
iradesi ve kararlılığıyla ortaya koyabilmesinden geçer. Ki bunun da
temel hareket noktası, “ama”ların ve “ancak”ların ardına sığınmadan
sınıfın içerisinde ve onlarla birlikte nefes alıp vermek önkoşuluyla,
bağımsız bir sınıf siyaseti ve örgütlenmesinin yaratılmasıdır. Bundan
gayrısı, birilerinin kendi konumlarına uygun ‘politika yapma’ alan ve
araçlarını arayışından ibarettir. Gerisi laf-ı güzâftır zaten...

Hiç yorum yok: