18 Temmuz 2008 Cuma

Ergenekon’un altında kalan ‘solculuk’

Nasıl da altüst edici günler yaşıyoruz... Taşlar sürekli yerinden oynuyor... Ergenekon’un üzerini örten beton korunaklar delindikçe, demirden söylemler eritildikçe, altından korku tünelleri ve o tünellerin içinde korku filmlerinin baş numarası zombiler çıkıyor...

Ama bu zombiler hâlâ ve yeniden birilerinin umudu olmaya devam ediyor...

“Memleketin Batı’ya açılan pencerelerinden” hayranlık ve eziklik duygularıyla dışarıya bakmaktan, içerideki odalara bakmaya fırsat bulamayanlar, bakmaya tenezzül etmeyenler, bugün kendi korucuları olan bu zombiler açığa çıktıkça panik ve korku halinde içeriye dönüp, zombilerin gölgesinde “en kahraman rıdvan” hallerinde çala kılıç savaşa girişiyorlar. Düne kadar ağızlarını her açtıklarında Fransızca ve İngilizce kelimelerle kendilerini varedenler, ‘trendy’ takılıp, kılık kıyafetleriyle, hayat ve yemek tarzlarıyla farklılıklarını Batı’dan devşirerek kuranlar, bugün baktıkları pencereden gördükleri Batı’nın da değiştiğini çaresizlik içinde farkediyorlar. Düne kadar zihinsel konforlarıyla üzerinde zerre kadar kafa yormadıkları dinselleşmiş bir pozitivizm ve laiklik anlayışlarına inançla sarılıp, ‘militanca’ mücadeleye giriyorlar. Düne kadar bu memlekette işkenceler, yargısız infazlar olurken, kıllarını kıpırdatmayanlar bugün emperyalizme, AB’ye, “AKP kapitalizmine” karşı ‘solculuğu’ keşfediyorlar. Ortada kalıyorlar, arada sıkışıyorlar; çünkü artık ne Batı onların taklit ettikleri Batı, ne de kıyısında, pencerelerinde yaşadıkları toplum onların zannettikleri gibi her türlü hakareti sineye çekecek ‘sessiz’ bir toplum...

Bu çaresizlikleri onları militanlaştırıyor ama aynı zamanda ahmaklaştırıyor. Tanrı’nın yerine koydukları ‘aklı’ tanrısallaştırdıkları için, pozitivizm kalplerini ve bedenlerini ele geçirdiği için Ergenekoncuların “Psikolojik harekat” faaliyetleri içinde ürettikleri komplo senaryolarına körü körüne inanıyorlar. Kendilerine ‘düşman’ olarak öğretilenleri düşman belliyorlar...

SAFLAR YENİDEN İNŞA OLUYOR

Aslında bütün toplumun ortak derdi olan ve oldukça arızalı ve travmatik hafıza koridorlarında olup biten psikolojik boyutlar bir kenara bırakılırsa, ‘Batıcılığa’ sınıfsal bir korunak olarak sığınmış bu orta ve üst sınıf ‘muhafazkâr laiklerin’ kâbusunu, pozitivist akıllarının yetmediği değişim karşısındaki çaresizliklerini ve verdikleri ‘Haçlı seferini’ anlamak mümkün. Ancak Ergenekon zombilerinin görünür olmasıyla ortaya çıkan altüst oluş sadece bu taze ‘solcularla’ sınırlı değil...

Saflar sürekli belirsizleşiyor; sonra yeniden inşa oluyor. Düne kadar “aynı dünyaların insanlarıyız, dertlerimiz ortak” dediğimiz insanların dertlerinin bambaşka olduğunu farkediyor, bizden nefret ettiklerine şahit oluyoruz.

İstanbul’da, Anadolu’da, Dur de, Genç Siviller, DSİP, Ortak Akıl, Mazlum-Der ve LAMBDA aktivistleri gibi birçok girişim ve hareket şimdiye kadar birbirine değmemiş insan ve grupların Ergenekonculara ve darbelere karşı ‘milyonlarca adımı’ birlikte atmalarını sağlarken, bütün bu duyarlılığa mesafeli durmak için binbir dereden su getiren başka tür ‘solcular’ da var...

Eriyen Ergenekon dağının altından çıkan zombileri çok uzun zamandır biliyorduk. 6-7 Eylül’lerden, 1 Mayıs’lardan, Kahramanmaraş’lardan, 12 Eylül’lerden biliyorduk. Bu bilineni dillendirenler bu koskoca toplumda çok fazla değildi. Yargı sağırdı, korkaktı ve dile getirmeye çalışanların kafasına çok bekletmeden balyozlar iniyordu. Ve ‘solcu’ydu bu direnerek dillendirenler; işkencelerde sessizlikleriyle bağırıp, “Kontrgerilladan hesap sorulsun!” diye haykıranlar...

Ancak bugün ‘sol’ adına konuşan bir kesim, bu tarih yokmuş gibi davranıyor... ‘O sol’un beceremediğini ise bugün başkaları yapıyor ve ‘sol’u sadece bir etiket zanneden ve cemaat dilinin içine hapsedenler bugün tarifsiz bir bocalama ve şaşkınlık yaşıyorlar. Adeta “benim gerçekleştiremediğim başarı başarı değildir” diyen, kendilerinden başka kimseyi beğenmeyenler AKP ve Müslümanlar kârlı çıkacak diye Ergenekon’a karşı çıkmıyorlar.

Acayip günler yaşıyoruz... Tarihinde “Türkiye işçi sınıfının temsilcisi” olarak demokrasi mücadelesi vermiş olan DİSK 1 Mayıs’tan beri ortalıkta görünmüyor. 28 Şubat’ta, Batı Çalışma Grubu’yla ‘derin bir uyum’ içinde, Refahyol’a karşı ‘sınıf düşmanları’ patronlarla işbirliği yapan DİSK, 1 Mayıs için gösterdiği hiddeti bugün Ergenekon için göstermiyor.

Anlaşılan o ki, Ergenekon denilen yaratık, başka başarılarının yanısıra ‘solu kullanma’ projesinde de başarılı olmuş... Mönüde ana yemek öncesi iştah açıcı olarak tasarlanıp, “emperyalizme ve kapitalizme karşı işçi sınıfı adına” konuşur gibi yapma ve topluma karşı savaş açanlara moral destek sağlama projesi sadece ‘batıcı’ ve ‘laiklik dini’ altına sığınmış olanları değil, solculuk konusunda mangalda kül bırakmayanları da kuşatmış...

Ama daha acıklı olan, bu ‘solcuların’ sadece Ergenekon’a servis vermeleri değil; bu tür bir ‘sol’un taşıdığı çatışmacı zihniyet... Vicdanını kaybetmiş, küçücük kalmış, o küçücük kalmış şeyin içinde de birbirine giren, birbirine girdikçe daha da ufalan ve kendinden başka kimseyi duymayan bir zihniyet...

SALDIRARAK SOL OLMAK MÜMKÜN DEĞİL

Her şeyi bildiğini zanneden, kendine toz kondurmayan, niyet atfeden, bol bol sınıf, kapitalizm, emperyalizm lafı ettikçe ‘dokunmazlık’ kazandığını düşünen, nefret dilini, şiddetin dilini yeniden üreten bir ‘sol’... Farklılık arayan, küçük farklılıklara diliyle savaş açan, polemiğe bayılan, polemiklerden kamplar ve düşmanlar üreten bir ‘sol’... Bazen Marksist, bazen Kemalist, bazen üçüncü dünyacı, bazen Stalinist, bazen komünist ve bazen de feminist kılıklar altında nefretini, hiddetini Ergenekon’a ve darbelere değil; Etyen Mahçupyan’a, Genç Sivillere, Taraf’a yöneltmeyi marifet sanan, onlara “Sorosçu”, “Fethullahçı” sıfatını yapıştırıp, “gizli senaryoların” parçası ilan eden bir ‘sol’... Bir zamanlar komünistlere yapıldığı gibi, bu ‘sol’ için, ne vesileyle olursa olsun çatışma aramak, saldırmak, saldırdıkça büyüdüğünü zannetmektir mühim olan...

Dinlemeyi, duymayı düşünmeyen; kişi olarak, grup olarak kendini ispat etmekten başka bir dürtüsü olmayan bu ‘sol’un en diri motifi de uzun bir geçmişe dayanan ‘hainlik’ suçlamasıdır. Kemalizm’in adını ağzına almadığı zaman bile, Kemalizm’den devşirdiği ve içselleştirdiği otoriter zihniyeti yüzünden her yerde, hemen yanıbaşında bile hainler ve nefret edilecek birilerini bulur... Ve bu yüzden de kendi kendini yok eder...

Bu ‘solculuğun’ en belirgin özelliği negatiflik, kendinden başkasını beğenmemek, narsizmdir... Kerameti kendinden menkuldür ve ancak başkalarının başarısını aşağılayarak, kendini yüceltebileceğini, kendi değerini arttırabileceğini düşünür...

Ve belki de en acıklısı, farklı versiyonlarıyla bu ‘sol’ şapkayı bir cemaat etiketi olarak kafalarına geçirenler, aslında ortak dertlere sahip olmalarına rağmen, bugün saldırdıkları insanlarla yarın öbür gün ortak alanlarda bulunabileceklerini düşünemezler.

Bu yüzden Türkiye’de bugün bu ‘sol’un esamesi okunmuyor... Ve bu yüzden, kendi kendiyle boğuşmaktan bugün Ergenekon soruşturması ve iddianamesine gereken önemi veremiyor bu sol... Ama bu ‘sol’un dışında, Türkiye’de cesaretle değişim isteği kendini dayatıyor... Bugün Ergenekon için hazırlanan iddianame, Türkiye toplumundaki derinden derine süren ama dilini bulamayan değişim arzusunun hukuksal düzeyde tercümesi anlamına geliyor. Şimdiye kadar binbir türlü baskıya rağmen ‘kelimeleriyle’ konuşmaya cesaret edenlerin dışında toplumun çok önemli bir kesiminin ‘duygularının’ hukuka taşınması anlamına geliyor. Yeni bir dönem başlıyor ve bu başlayan ‘yeni dönem’ yepyeni bir hukuk sistemi, yepyeni bir demokrasi ve siyaset olacak anlamına gelmiyor büyük ihtimalle... Ama zihinlerimizi ve zihniyetlerimizi yenileyebilecek bir dönem anlamını taşıyor. Yani artık bilinen ama korkulduğu için ya da işimize gelmediği için söylemeye cesaret edemediğimiz başka gerçekliklerin dile gelebilmesinin yolunu açıyor. Hamaset nutuklarına esir olmamızı zorlaştırıyor bu iddianamenin yazılmış olması. Bundan sonra, vatan-millet adına yapıldığı söylenen bir takım faaliyetlerin aslında tam da bu vatana ve millete karşı işlenen suçları saklamakta olabileceğini bileceğiz. Bu türden tahakküm kuran hamaset retoriklerinin insanları ele geçirmesi pek kolay olmayacak. Ele geçirse bile, bileceğiz ki aslında sadece mecburiyetten ‘ele geçirilmiş gibi’ yapacağız ve içimizden alay edip o hamasetin kısa sürede çökmesine neden olacağız.

Sonuç olarak kurumsal düzeyi de tabii ki etkileyecek ama esas önemli olan solcusuyla, müslümanıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle, Ermenisi ve Kürdüyle zihinlerimizin demokratlaşması için çok önemli bir adım olmuş olacak. Toplumsal düzeyde demokrasiyi gerçekten yaşamak için çok önemli bir merhale katetmiş ve tecrübe kazanmış olacağız. Ve o zaman muhtemelen ‘sol’u da ‘tırnak’ içine almak zorunda kalmayacağız...
* İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi? ferhatkentel@gmail.com

Hiç yorum yok: