10 Ocak 2008 Perşembe

BEN KÜÇÜKKEN -BÖLÜM3

Yemek işleriyle Mehmet’le ikimiz ilgileniyorduk; Selçuk akşamları devam ettiği üniversiteye gidiyor, Selami de öyle. O yüzden akşamları daha çok Mehmet’le vakit geçiriyorduk ve oda arkadaşımdı. Selami ile Selçuk diğer oda da kalıyorlardı. Mehmet hafta sonları kendi köyünden olan CEBECİ SAĞLIK KOLEJİ’NDE yatılı okuyan kız arkadaşıyla(FAHİRE) birlikte oluyordu. İlerleyen zamanlarda; Mehmet, Fahire’ye benden bahsetmiş. Oda arkadaşı olan HATİCE ile beni tanıştırdı. Fahire Mehmet den bir yaş büyüktü. Sağlık kolejinin beşinci sınıfındaydılar. Hafta sonları artık birlikte oluyorduk. Daha sonra bize Selçuk ve yine kolejden Fatoş(Fatma) da katıldılar. Selami de zaten hemşerimizdi guruba katılmasında sakınca yok. Baya kalabalık bir gurup olmuştuk. Hafta sonlarımız oldukça renkli geçiyordu. Hatice ile birbirimizi tanımış, âşık olmuştuk. Okul kapanınca URUŞ’A gidiyordu. Beypazarı 'na bağlı bir köy uruş. Arkadaşlığımız dönemimizde bir defa gittik Mehmet’le, ancak göremeden geri dönmüştük. 1975 yılının yazında nişanlandık. Hatice 1976 yılında okulu bitirdi 8 Eylül 1976 yılında evlendik. ABİDİNPAŞA DA Şimdiki Askerlik Şubesinin arkasında bir ev kiraladık. 1980 yılının Temmuz ayına kadar orada oturduk. Eşimin ilk çalışma yeri DIŞKAPIDA Telsizler Çocuk hastanesiydi. Burada bir iki ay çalıştı sonra Ankara Numune Hastanesinde çalışmaya başladı.
Evliliğe alışmaya çalışıyorum. Bir tarardan da bekârlıktan kalma alışkanlıklarımdan kurtulmaya çalışıyordum. Ancak haftada bir iki gece Erhan’a yine gidiyordum. Dikimevine kadar dolmuşla geliyor, oradan eve kadar taksiyle gidiyor-dum. Yürüyerek aslında onbeş dakika. Ancak gece saat onbirde tekin değildi: Geceleri yazılamaya ve afişleme çıkan guruplarla karşılaşmak işten bile değildi. Akşamları dışarı çıkmam eşimle aramızda sorun olmaya başlamıştı. Eşim benim bu faaliyetlerimden çok rahatsız oluyordu. Ağabeyine şikâyet etmiş; Musa beni aldatıyor diye. O da araştırmış, öyle bir faaliyetimin olmadığını eşime söylemiş. Buna rağmen eşim çocuk yapalım diye tutturdu. Eşime; çocuk yaparsanız eve bağlanır, geceleri dışarı çıkmaz demişler sanırım. Yeni evliydik, bir sürü eşya borcumuz vardı. Hiç sırası değildi. Buna rağmen dediğini yaptı hamile kaldı.
O günlerde Erhan’ın evinde buluştuğumuz bir akşam, ATILIM gazetesini birlikte okuduk. Karşılıklı yorumlar yaptık. Erhan: kendi üstleri ile benim hakkımda konuştuğunu, partiye güvenilir kişilerin ihtiyacı olduğunu, pati üyeliği için önerdiğini, istersem üyelik müracaatı yapabileceğimi söyledi.
Böyle bir öneri hiç beklemiyordum. Çok şaşırdım, dondum kaldım. Karmaşık duygular içine girdim. O gece” ANKARA İL ÖRGÜTÜNE” başlıklı üyelik Dilekçemi yazdım.
Yaklaşık onbeş gün sonra Erhan buluşmamızı istedi. Evinde buluştuk. Dilekçemin değerlendirildiğini ve kabul edildi-ğimi söyledi. Parti adım, Salih TEKÇE.
Bundan böyle evinde buluşmayacaktık. Dışarıda bir yerde ve sürekli aynı yer olmayan değişik yerler buluşup genellikle yürüyerek, toplantılarımızı yapıyorduk. Çalıştığım yerde politik konuşmalar kesinlikle yapmamamı, POLİTİKA gazetesini birliğe götürmememi, TKP yanlısı söylemler den uzak durmamı ve gizliliğe önem vermemi, istedi. Ancak gözüm kulağım açık olacak, her şeyden haberdar olacaktım.
Bir gün hedef şaşırtmak için MAO’cu yayın yapan Halkın sesi gazetesiyle gittim iş yerine. Baktım yeni atanan meydan harekât komutanımız Yener yüzbaşı da orada. Hemen gazeteyi elimden aldı. Okumaya başladı. Kalktı ben biraz sonra gelirim deyip gazeteyle birlikte Karargâha gitti. Karargâh istihbarat birimine beni şikâyet etmiş. Yener yüzbaşının böyle bir yeteneği olduğunu biliyorduk.”İzmir de dil okulundayken, kaldıkları yerden etrafı dürbünle gözetliyormuş. Bir gün yine aynı eylemi yaparken bir otel odasında para sayan birkaç kişi görmüş. Hemen polisi aramış. Yapılan baskın sonucunda bir bankayı soyan sol bir örgüt üyelerini yakalatmış. Bankanın verdiği ödül parayla da araba almış.”
Bu olaydan bir iki gün sonra istihbarat amiri Recai yüzbaşı beni çağırdı. Bu tür yayınları iş yerine getirmemi, ortalık çok karışık, kendime yazık etmemi ve çeşitli nasihatler ederek beni gönderdi. Ama fişlenmiş olduk.
Olayı Erhan’a anlattım, bundan böyle iş yerine sol içerikli yayın getirmemi ve kesinlikle bu içerikte konuşma yapma-mamı ve kendimi unutturmamı söyledi.
Günler böyle geçerken, Şubat 978 de oğlum dünyaya geldi. Okuduğum kitaplardan seçtiğim, adını UTKAN koydum.
Altın sarısı saçları bembeyaz teni iki kilo iki yüz gram bir bebekti. Sağlıklıydı, görünürde hiçbir sorunu yok. Turp gibi derler ya öyleydi. Eşim hamileyken rüyasında hep aslan, doğurduğunu söylerdi. Demek ki erkek olacakmış. O dönemlerde bebeklerin cinsiyetini belirleyecek henüz bir teknoloji yoktu. Baba olmak: yoğun duygu yüklemesi ve yaşama katkıda bulunma. Anlatılmaz ancak yaşanır. Sabırlı, esnek, daha bir sevecen hayata bakışın değişiyor, yani o zaman aile olduğunu anlıyorsun. Ama sorumluluklarım arttı. Üstelik şimdi bu çocuğa kim bakacak. Benim ailem Manisa da, eşimin ailesi köyünde. Kaldık mı ortada. Eşimin bir buçuk ay doğum izni bittikten sonra Numune hastanesinin kreşine verdik. Bir yaşına kadar böyle idare ettik. Eşim o dönemde serviste çalıştığından bazı geceler nöbetçi kalıyordu. Akşamları kreşten ben alıyordum. Sabahta resmi kıyafetlerimle kreşe ben bırakıyordum. Sonra da yetişe bilirsem servis arabasına binip işime gidiyordum. Yetişemezsem dolmuşla gidiyordum. Bir defasında bizim işyeri servisini kaçırdım, MÜRTED servislerine bindim. Yanlışlıkla konvoy başı arabasına binmişim aceleden. Bizim birliğin önünden geçerken kalktım şoföre dur inicim dedim. Şoför duramam konvoy başı bu dedi, araç komutanına durdurmasını rica ettim, şoföre yavaşla kapıyı aç atlasın dedi. Atladım, ters atlamışım dizimin üstüne düştüm, sürtünmeden pantolonum yırtıldı. Öğle tatilinde terziye gittim diktirdim o gün öyle çalıştım.
Bir yıl sonra (1979) kışın oğlumu kreşten aldık. Çok sık hastalanmaya başlamıştı, gerekli bakım yapılamıyordu. Eşimin basın evlerinde oturan ablası vardı: Pazar akşamları oraya bırakır Cuma akşamları alırdık. Ne zordu Pazar akşamları bırakmak. Tam oyuna daldığı sırada görmeden kaçmaya çalışırdık, yakalandığımızda iki gözü iki çeşme içimiz parçala-nırdı. Bazen biz bırakıp gitmeyelim diye oyun bile oynamaz yanımızdan ayrılmazdı. Cuma günleri de pencerede beni beklerdi. Boynuma sarılır, dolmuşta eve gidinceye kadar kollarını boynumdan hiç ayırmazdı. Şu anda bile gözlerim doldu, ağlıyorum o günleri anımsadıkça.
Mehmet’te Fahire ile evlendi. Demet evler’ de oturmaya başladılar. Zaman bulduğumuzda genellikle hafta sonları olurdu, ziyaretlerine giderdik. Onlar da bize gelirlerdi. Bizden bir yıl sonra da Selçuk’la Fatoş evlendiler. Siyasi olaylar kontrol edilemez olmuştu. Her gün televizyon ve basında ölüm haberleri eksik olmuyordu sıkıyönetim olmasına rağmen. Hükümet ülkeyi yönetemez olmuştu.1980 yılı atama yılıydı. Ben altı yılımı, Mehmet ve Selçuk yedi yıllarını dolduracaklardı.
1980 yılı Haziranın da atamalar geldi: Benim Malatya- ERHAÇ 7nci Ana Jet Üssü’ne, Mehmet’in ŞARKIŞLA Radarı’na. Hazırlık yapma zamanı. Her hafta Perşembe günleri, KAYSERİ, DİYARBAKIR, MALATYA yapan kurye uçakları vardı. İki gün izin aldım ev kiralamak için; Uçak bakım makinisti Necdet ÇİÇEKÇİ ile birlikte uçtuk Malatya’ya. İlk defa gidiyor-duk ikimizde Malatya’ya. Perşembe günü öğleden sonra vardık Erhaç hava alanına, Mesai bitimine kadar bekleyip servisle gittik şehre. Güneş batıncaya kadar biraz dolaştık, tanımaya çalıştık şehri. Kayseri'den gelen kara yolu batı tarafından giriyor şehre. Doğu tarafından da Elazığ ve Diyarbakır’a devam ediyor. Şehrin orasında Atatürk Meydanı var, meydanın altına da, elektronik cihazlardan ve tekstil ürünlerine kadar çeşitli alışveriş dükkânları var. Şehir mey-danının bir kilometre doğusunda “kanal boyu” tabir edilen dadan gelen doğal su kanalı var. Bu kanal aslında şehri ikiye ayırıyor.
İkinci günü kanal boyunun üst tarafından yeni bir binadan iki daire kiraladık Necdet’le birlikte. Biri ona biri bana.




Kanal boyu
Şehir meydanı
MALATYA
“Malatya, kuruluş ve isim itibariyle başlangıçtan zamanımıza kadar büyük bir değişikliğe uğ-ramadan gelen Anadolu şehirlerinden birisidir. Kültepe vesikalarında “Melita” şeklinde görülen Malatya’dan Hitit vesikalarında “Maldia” olarak bahsedilmektedir. Asur İmparatorluk devri vesikalarında ise Meliddu, Melide, Melid, Milid, Milidia olarak geçmektedir. Urartu kaynaklarında ise Melitea denilmektedir. Malatya kelimesinin Hititçe “Bal” anlamına gelen “Melid” kelimesinden türediği anlaşılmaktadır. Hitit hiyeroglif kitabelerinde Malatya şehri, bir öküz başı ve ayağı ile ifade edilmektedir.
Eski çağ coğrafyacılarından Strabon (M.Ö. 58- M.S. 21) Malatya’yı sürekli “Melitene” adı ile zikretmiştir. Kesin olarak yerini vermediği geniş bir alan içerisinde “Kataonia” ile Fırat Nehri arasında Kommagene sınırında Kapadokya Krallığı’nın (M.Ö. 280-212) on Valiliğinden birisi olarak gösterir. Ona göre Melitene, Sophane (takriben bugünkü Elazığ ile Fırat Nehri arasındaki bölgeyi ifade eder) nin karşısında kurulmuş bir eyalet olduğu kadar kentleri bulunmayan bir bölgenin adıdır. Strabon’a göre bu yöre; zeytin-üzüm ve meyve ağaçlarıyla bezenmiş, Kapadokya’da bir benzeri bulunmayan tek yerdir.
Pline’ye dayanarak Malatya’nın Asur kraliçesi Semiramis tarafından “Meliten” adıyla ku-rulduğunu kayıt eder. Bu bilgi, daha sonraki çalışmalarda aynen doğrulanmıştır.
Gelişen Maldia-Melitene (Malatya), Kalkolitik çağdan beri iskân görmüş ve bugünkü Aslan tepede 27 kültür katı bırakmıştır. Buradan 4 km. kuzeyde yer alan Battalgazi’ye M.S. 79-81 yıllarında Roma kralı Titus zamanında lejyon karargâh olarak taşınmıştır. Yine şehre bu dö-nemde de Melitene adı verilmiştir. Artık bundan böyle bir şehir adı olarak bu isim kullanılmaya başlanacaktır. Roma şehir surları bu dönemde yapılmaya başlamıştır. Burası Roma devrinde, Hudutlarının korunması, coğrafi konumu ve jeopolitik önemi dikkate alınarak mühim bir merkez olarak muhafaza edilmekteydi. Bizans döneminde de bu değerini siyasi iktisadi bakımdan da korumuştur.
Bizans-Arap mücadelesi sonucunda şehir, İslam hâkimiyetine geçmiştir. (M.S. 659) Bizans kaynaklarında da Melitene şeklinde kullanılan Malatya şehir adı, Araplar tarafından, kadim şekline yakın bir imla ile “Malatiyye” adıyla anılmaya başlanacaktır. Araplar, “Sugur El-Cezeriye”nin merkezi haline getirdikleri bu şehri aynı zamanda bölgenin en büyük ve mamur bir beldesi yapmışlardır. Abbasilerden Harun Reşit döneminde (M.S. 786-809) “El-Avasım” adıyla oluşturulan müstakil bir idari bölgenin merkezi olma hüviyetini kazanır. Böylece Malatya, İstanbul’a kadar uzanan Rum kazalarının hareket üssü olma özelliğini de taşır. Bu merkezin bir diğer özelliği ise Tarsus, Adana, Maraş şehirleri gibi Horasan’dan nakledilen Türklerin önemli bir yerleşim yeri durumuna gelmiş olmasıdır. Malatya’ya çok eski zamanlardan beri çeşitli sebeplere bağlı olarak Türk yerleşiminin olduğunu bilmekteyiz. Bu bölgede Türk varlığı, Arap-Bizans mücadeleleri sırasında ortaya çıkmıştır. Türkler, bu güzel ve önemli beldenin adını değiştirmeyerek Araplardan aldıkları Malatya şekliyle günümüze taşımışlardır. 11. Yüzyıl başlarından itibaren Anadolu bir Türk yurdu haline gelmeye başlamıştır. Bu bölgede Türk-Bizans mücadelelerinin odaklaştığı şehirlerden biri olmuştur. 1056-1101 yılları arasında birkaç defa el değiştirmiştir. 1101 yılında Danişmentli Melik Muhammed Gazi’nin hâkimiyetine geçen Malatya, bir daha kayıp edilmemek üzere Türk Beldesi haline getirilmiştir. Selçuklular döneminde “Vilayet-i Malatya” olarak anılan şehir, bir üstünlük ve asalet ifadesi olarak “Daru’r-Rifa” (Saadet, mutluluk yeri) olarak anılmıştır.
Memluklu devleti kaynaklarında, Dul kadirliler ve diğer Türkmenlerle meskûn olan Malatya ve havalisi için “İklim Al-Ozaria Üzeyir Ülkesi” lakabı kullanılmıştır.
Osmanlılar döneminde aynı adla anılan şehirde 1838 yılında Osmanlı ordusu ikamet ederek kışlamıştır. Yöre insanı Aspuzu bağları olarak bilinen yazlığa göç etmiş, orada yerleşerek bugünkü şehir oluşmuştur. Malatya, günümüze modern bir yapılanma ile gelirken asıl tarih çekirdeğini oluşturan Battalgazi (Eski Malatya), bugün turistik bir ilçe olarak varlığını sür-dürmektedir. Bu bilgiler ışığında Malatya, isim olarak fazla bir değişikliğe uğramadan günü-müze kadar gelmiştir.
Kısaca Malatya’nın temelleri, Hititler zamanında atılmış ve Hitit devrindeki "Melidu" kasabası bu gün değişik isimler alaraktan Malatya olmuştur. 1075'te Türkler tarafından fethedilen Malatya, bir süre Memlukların eline geçmiş, 1392'de Yıldırım Beyazıt tarafından tekrar fethedilmiştir. Daha sonra Osmanlı egemenliğini tanıyan Dulkadıroğulları tarafından idare edilen Malatya, 1516'da doğrudan doğruya Osmanlı İmparatorluğu'na katılmıştır. Bugünkü Malatya, eski Malatya'nın bulunduğu yerden 9 km. uzaktadır. Şehir, 19. yüzyılın ilk yarısında Aspuzu denilen sayfiye bölgesine taşınmıştır.”

Temmuz 1980 de Necdet’le bir kamyon kiraladık. İkimizin tüm ev eşyasını tek araca tıka basa doldurduk. Baya yüksek oldu. Yolda trafik sorun çıkarır mı diye koktuk, ama korktuğumuz başımıza gelmedi. Benim küçük sehpalardan biri düşmüş. Başka bir hasar yoktu, ufak tefek çiziklerin dışında. Eşyaları yerleştirdik evin pencereleri büyük Ankara’daki evimizden, yeni perdeler aldık. Ve bu perdeleri Ankara’ya döndüğümüzde birçok defa ev değiştirmemize rağmen tam yirmi iki yıl kullandık. Ankara da yeni evimizi 2003 yılında alınca değiştirdik perdeleri.
Malatya’da ki bu evimizde üç ay oturduk. Yeni bina olduğundan soba bacaları yoktu. Isınma sorunumuz vardı. Kış gelmeden çözmemiz gerekiyordu. Stadyum’ un araksından bir ev kira-ladık. Evin arkası stadyum’a bakıyordu. İki katlı bir bina idi. Ev sahibi üst katta oturuyordu. Eşim Malatya devlet hastanesinde işe başlamıştı. Orada birtakım sorunlar yaşadığından, yeni taşındığımız eve çok yakın sağlık ocağında işe başladı.
Oğlum UTKAN’I da kreşe verdik. Servisle gidip geliyordu kreşe. Yavaş, yavaş yaşamımızı dü-zene sokmaya başladık. Akşamları ben alıyordum servisten, aynı sokakta inekleri olan süt satan birileri vardı. Oraya bile birlikte gidip geliyorduk, hiç ayrılmazdı benden. Bu arada iki yaşına gelmişti. Bir gün annesiyle tartışmışlar, sabah servis arabasına binerken: akşama beni beklemeyin gelmeyeceğim! Dedi.
Ev sahibimizden çok yan komşu ile samimi olmuştuk. Alevilerdi, ev sahibimizde öyle. Askeri yönetime karşı çok tepkili idiler.
Her Pazar sokağa çıkma yasağı olur ve evler tek, tek aranırdı. Ben evdeyken bir pazarda bizim eve geldiler, askeri kimliğimi gösterdim ve ev aranmadı. Arama yapılacağı gün çöp kutuları mermilerle dolardı, bende işe giderken toplardım. Sıkıyönetim nedeniyle askeri personellere silah dağıtmışlardı, bana da bir toplu(Smith weston) marka tabanca verdiler.

Hiç yorum yok: