10 Ocak 2008 Perşembe

BEN KÜÇÜKKEN BÖLÜM -2

BÖLÜM-2
ASTSUBAY OKULUNDA Kİ GÜNLERİM

GÜMÜLDÜR SAHİLİ

Sınavı kazandım, ilk gün; saçlarımızı kesip tektip örgenci kıyafetlerimizi verip hamama gönderdiler. O gece orda kaldık. Ertesi gün sabah erkenden kaldırdılar ve yirmi gün sürecek kamp için GÜMÜLDÜR’ e götürdüler. Gümüldür; deniz kenarında, kumsalı olan kumsal bitimi dağ’ı olan tam bir doğa harikası. Burada çinkodan yapılmış, içinde ranzaları olan barakalarda kalıyorduk. Sabah erkenden kalkıp önce kahvaltıya gidiyorduk; Yemekhane; denizi tepeden gören üstü yine çinko olan harika bir yerdi. Kahvaltı sonrası komutanlarımız gelmiş oluyorlardı ve hemen sayımdan(içtima) sonra tüfekli eğitime başlıyorduk. Saat on iki de eğitim bitiyor ve ikide tekrar başlıyordu. İkinden sonra saat beşe kadar deniz eğitimi vardı; yüzme bilmeyenlere, bilenler tarafından yüzme öğretiliyordu. Saat beşten sonra kumsala uzanıp, sohbet ediyor, birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Balıkesir soma’dan, Necati, susurluktan, Akhisar GÖLMARMARADAN, İzmir’den arkadaşlar vardı. İnsanlar genellikle aynı bölgeden olanlarla arkadaşlık yapıyorlardı. Müthiş hemşericilik vardı. Gümüldür’ün akşamsefasını hiç unutamam; Yemekten sonrada kumsala iner, kumların üzerine uzanıp yıldızları ve yakamozları seyrederken sohbetin tadı başka oluyor, bir tek cam bardakta çayımız eksikti.
Eğitime başladığımızın ikinci haftasıydı sanırım; Eğitimde canımıza okuyan, alçak sürünmeyi çok sık yaptıran üstelik bunu kumda değil, toprak ve dikenli arazide yaptıran; SÜRMELİ Üst teğmen. Bu olaya içerleyen birileri oldu sanırım; Sürmeli üsteğmen, nöbetçi olduğu bir gece, gece eğitimine çıkardı. Gece karanlığında, dağda, ağaçların ve çalıların arasında kimse kimseyi tanımıyor. Üst teğmenin kafasına yastık kılıfı geçirmişler ve birazda hırpalamışlar.
Sabah, okul komutanı KAYA yarbay olayı duyuyor; önce faili bulmaya çalıştı, kimse suçu gönüllü kabul etmedi. Kaya yarbay bize konuşmasını yaparken deniz arkamızda kalıyordu, sanırım herkesi cezalandırmayı düşündü; toplam yedi yüz kişi vardık,’geriye dön’ ,’istikamet deniz’ komutu verdi. Ve herkes boğazına kadar denizin içinde, ıslanarak bu olayı da atlatmış olduk.
Bir gün eğitim esnasında ismim anons edildi, nizamiyede ziyaretçim varmış. Gittim baktım babam. Ailemin haberi yoktu benim sınavı kazandığımdan, o dönemlerde telefonla haber verecek olanaklarımızda yoktu, buna rağmen babam arayıp bulmuş beni. Hal hatır sorduktan sonra baktım babam ağlıyor; ısrarla sordum; anneme, kardeşlerime bir şey mi oldu diye yok hayır herkes çok iyi. Daha sonra öğrendim neden ağladığını: benim sınavı kazanmamdan çok mutlu olmuş sevincinden ağlıyormuş. Duygularını belli etmeyen ketum bir adamdı, ömrü çok olsun halada öyledir ya. Neyse yirmi gün aynı eğitimler devam etti ve yirmi gün sonra Gaziemir’ geri döndük. Bizlere bir gün izin verdiler; kişisel ihtiyaçlarımızı karşılamak için.
Okul komutanlığında örgenci olarak yedi yüz kişi vardık. Herkesi alacağı eğitime göre ayırdılar. Ben HAVASAVUNMA bölümüne ayrıldım. Burada gerekli teorik eğitimi aldıktan sonra aldığımız notlara göre başka bir kol olan HAVA TRAFİK KONTROL OPERATÖR’LÜĞÜ bölümüne ayrıldım. Bu artık kesin branşımdı. Mezun oluncaya kadar, hava trafik kontrolörlüğüyle ilgili bilgiler aldık. Mezun olmadan yaklaşık bir ay önce Kıbrıs barış harekâtı başladı.30 Ağustos 1974 de Astsubay çavuş rütbelerimizi takarak mezun olduk.
Bir gün izin verdiler, Manisa’ya gittim bir gece kaldım, ailemle vedalaşarak ANKARAYA gittim. Çok heyecanlı idim; Birliğime gittim, Meydan Harekât Komutanlığında çalışmaya başladım. Neyse ki hava kuvvetlerinde astsubaylar arasında; emir –komuta sisteminden çok ağabey-kardeşlik sistemi çalıştığından acemiliğimi çabuk atlattım. Meydan Harekât da: Pilotların kalkıştan önce, hemen bitişik binada meteoroloji vardı, oradan gidecekleri yerlerin ya da uçuş yolu üzerindeki hava koşullarını alıp bize gelirler. Bizden de uçuş trafiğinin tüm bilgilerini içeren bir form doldururlar ve benim yanımda o gün nöbetçi olan, teğmenden yüzbaşıya kadar olan rütbelerdeki pilotlar tarafın doldurulan formlar incelenir uygunsa imzalanır ve uçuş müsaadesi verilir, bende tüm bu işlemlerin kayıtlarını tutardım.
İlk gün birlikte bulunan misafirhanede kaldım; zaten fazla eşyam da yoktu, iki gömlek iç çamaşırı havlu traş takımı gibi şeyler. Misafirhanede kaldığım için işten de geç çıkıyordum, hem işi çabuk öğreniyordum hem de pratik yapıyordum. Sanırım bir hafta misafirhanede kaldım, sonra şimdiki Tandoğan’daki astsubay ordu evinin arkasında bekâr misafirhanesi vardı, orda kalmaya başladım.
Benim kaldığım odada Samsunlu bir arkadaş vardı, muhabere astsubayı onunla gidip geliyorduk. Mesaiden geldikten sonra; param olmadığı için Manisa’dan gelirken annemin yaptığı kurabiyelerle idare ediyordum. Gece açlıktan uyanıyordum ama ertesi günkü öğle yemeğine kadar idare etmek zorundaydım. Yemekhaneye de isim açtırdım; aybaşında ödeyecektim yemek parasını. Bir gün mesai dönüşü kıyafetlerimizi değiştirirken samsunlu arkadaş hadi yemek haneye gidelim dedi; meğer yan tarafımızdaki orduevinin yemekhanesi varmış. Orda yemeğimizi yedikten sonra TV izleme ve çay salonu varmış oraya geçtik. Samsunlu arkadaş beni kendi arkadaş grubunun yanına oturttu. Aman bir muhabbet bir şamata oh geldiğimden bu yana en güzel akşamımı geçirdim. Bir akşam çok sıkıldım misafirhaneden çıktım, Ankara’yı bilmediğimden kaybolmamak için Tandoğan’dan önce Maltepe'ye kadar sonra da Kızılay’a kadar gidip geldim. Yalnızlık çok zor, üstelik hiç bilmediğin tanımadığın yeni bir çevre, neyse yavaş, yavaş öğrenicim. Yine bir akşam işten geldikten sonra samsunlu arkadaşla birlikte ordu evine gittik; yemekten sonra çay salonuna geçtik, yine şamatalı gruba katıldık. Samsunlu arkadaş çalıştığı birimde hemşerim olduğunu söylediği benden bir yıl kıdemli, yani 1973 dönemli bir arkadaşla tanıştırdı.
Mehmet DİKİLİTAŞ; Manisa’nın Salihli ilçesinin Dombaylı köyündendi. Mehmet’le ilerde çok samimi olduk. Bana çok sahip çıktı. Öğlenleri yemekten sonra birlikte oluyorduk, voleybol oynuyorduk. Onun sayesinde çevremi yavaş, yavaş genişletmeye başladım. Yine Salihliden Hava Kuvvetleri Voleybol takımında oynayan bir hemşerimiz vardı; adını unuttum,2 metre boyunda kıvırcık saçlı,(hani derler ya masallarda geçer; bir dudağı yerde bir dudağı gökte)zenci rengine yakın bir teni vardı; o da bana çok sahip çıktı. Kalbi çok temiz bir insandı. Buradan kendisini selamlıyorum, çok teşekkürler hemşerim, benzetmem için umarım bana kırılmadın.
Benim çalıştığım binanın; en üst katın da uçuş kulesi vardı. Pilotların doldurduğu formlar oraya gönderilir; pilota, rüzgârın şiddeti ve hangi pist başını kullanacağı söylenir uçuş izini verilir. Burada en kıdemlilerinden başlarsak; Memduh başçavuş, İsmet başçavuş, Erhan başçavuş, Sabahattin üstçavuş, Ertaç üstçavuş ve serdar Astsubay çavuş. Komutanları da Volkan Yüzbaşı’ydı. İçlerinde Erhan başçavuş bekârdı; en çok benimle ilgilenen o idi, üstelik hemşerim sayılır somalıydı. Subaylarla arası hiç yoktu ve sevmezdi bende bıraktığı ilk izlenimlerdi. Yemekte ve öğle istirahatında artık birlikte dolaşıyorduk.
Filolardaki pilotlar ve uçak bakım makinisti astsubaylar benim yanımda nöbet tuttukları için kısa zamanda birçok insanı tanıma fırsatım oldu. Uçak bakım makinistleri; görevli kalkacak uçaklara ‘fallow me’ dediğimiz araçla, uçağı park yerinden kalkacağı pist başına kadar refakat ederlerdi. Uçak kalktıktan sonra meydan harekâta geri dönerlerdi.

Birliğimizde c-47 dediğimiz nakliye uçakları ve H-19 helikopterler vardı.



Şüphesiz C-47 ve onun sivil sürümü DC-3 havacılık tarihinin en önemli uçaklarıdır. Sanırım �Dakota� adını duymamış çok az kişi vardır.
Douglas DC serisinin (Douglas Kargo) askeri kariyeri 1936 yılında Ordu Hava Birlikleri C-32 adı altında iki adet DC-2 siparişi ile başladı. Bunu 18 adet DC-2 (C-33 kargo adıyla) ve iki adet C-34 personel taşıyıcı takip etti. Bunu 1937�de DC-2�nin gövdesi ile DC-3�ün kuyruk kısmından meydana gelen bir melez uçak tipini belirleyen Ordu siparişi takip etti. Bu C-38 ilk örnek olup bunu 35 adet üretim ile C-39 izledi. Bu uçak Ordu tarafından hava taşımacılığına yönelik ilk ciddi çalışmadır.
1941 yılında eski Hava Birlikleri Ordu Hava Kuvvetleri olmuştu ve kendine DC-3�ün modifiye edilmiş bir sürümü olan C-47�yi standart nakliye uçağı olarak seçti. Takviye edilmiş gövde tabanı ile geniş bir kargo kapısı temel değişikliklerdi. Diğer değişiklikler kanat alt ortasına eklenen kargo kancaları ile kuyruktaki konun yerine planör çekme kancası ilavesiydi.
Nakliye uçağı olarak C-47 2700 kg�a kadar kargo taşıyabiliyordu. Bir jeep veya 37-mm top da taşıyabileceği yükler arasındaydı. Asker olarak tam teçhizatlı 28 asker veya sıhhiye uçağı olarak 14 yatan hasta ile 3 hemşire taşıyabiliyordu. Bu uçağın 3 temel sürümü yapılmış olup en az 22 değişik adlandırmaya tabi olmuştur.
ABD�in bütün askeri kuruluşları bütün müttefik güçler bu uçağı kullanmışlardır. ABD Donanması sürümünün kodu R4D�dir. Dakota adı İngiliz ve Avustralyalılardan gelmektedir. Bu isim �Douglas Aircraft COmpany Transport Aircraft= Douglas Havacılık Şirketi Nakliye Uçağı� nın baş harflerinden meydana gelmektedir. Dakota�lar dünyadaki her kıt�ada uçmuş, her büyük savaşta görev yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonuna kadar 10,000�den fazla üretilmiştir.
C-47�ler II. Dünya Savaşı�ndan sonra uzun yıllar aktif görevde kalmıştır. Berlin Hava Harekâtı�da önemli rol oynamış, Kore ve Vietnam Savaşları�na katılmıştır. C-47�nin savaş sonrası en tanınmış modellerinden biri de AC-47 �gunship�tir. Bu model USAF�ta Vietnam Savaşı�nda görev almıştır. AC-47D�lere toplam atış miktarı 6000/dakika olan 3 adet 7.62mm MXU-470A �Minigun� monte edilmiştir. Birçok C-47 halen birçok hava kuvvetinde aktif görevdedir.






Hemşerim Mehmet Dikilitaş; Hava kuvvetleri misafirhanesinde bir kişilik yer boşaldı, sen taşın sana dedi. Bende olumlu baktım tabi, birlik akşamları çok sıkıcı oluyordu. Misafirhane; Bakanlılardaki TRT binasının karşısında tek katlı bir bina idi. Sadece otelcilik hizmeti veriyordu, Tandoğan’daki ordu evi gibi sosyal hizmetleri yoktu. Olsun en azından şehir’in olanaklarında faydalanabilecektim. Servis arabası çok yakınına kadar getiriyordu. Akşam gelince sivillerimizi giyip ilk iş, TRT’nin arka sokağında, Milliyet gazetesi binasının hemen yanında ‘kebap 49’ vardı, yemeğimizi orada yiyorduk. Misafirhanede Selçuk isimli bir arkadaş daha vardı; her gittiğimiz yere artık üçlü grup olarak gidiyorduk. Selçuk, Mehmet’le aynı birimin başka bir bölümü olan telsiz kısmında çalışıyordu. Selçuk Urfalıydı. Artık birbirimizi iyice tanıyıp samimi olduk, akşam yemeğinden sonra; sinemaya ya da tiyatro ya giderdik. Başka sosyal bir faaliyetimiz yoktu. Mehmet’le bir defasında; CİNNAH caddesindeki(TÜRK AMERİKAN KÜLTÜR DERNEĞİ) İngiliz kültüre, İngilizce kursuna yazıldık. Kurs saati altıda olduğu için yemekten önce gitmek zorundaydık. Bütün gün yorulmuş ve aç karnına ders dinlemek çok zordu, dikkatimizi veremiyorduk. Bu yüzden iki hafta sonra İngilizce öğrenme çabamızda son buldu. Bir gün öğle tatilinde Erhan’la yemeğe gittik. Yemek sonrası birlikte dolaştık, sohbet ettik; bana: yaptığım işle ilgili pratik bilgiler verdi. Ayrıca Meydan harekât’ta çalışan personellerle ilgili bilgiler verdi. Ha bu arada meydan harekât komutanımız GÜNEŞ binbaşıdan bahsetmem lazım. Bana karşı çok babacan(gerçi herkese karşı öyleydi) davranıyordu. Kendi devreleri yarbay rütbesindeydiler. İşiyle ilgili bir sorun yaşamış mahkeme suçlu bulununca terfi edememiş. Uçuşa, sadece uçuş parası almak için çıkıyordu. Pilotlar uçuş parası alabilmeleri için aylık altmış saat uçmaları gerekiyordu.
Erhan o gün beni evine davet etti. Kolej’ de otuz metre karelik bir bekâr evinde kalıyordu. Binanın girişinde alta doğru kıvrılarak inen merdivenleri vardı. Salon penceresi kaldırım seviyesinin altında olduğundan perdeler kapatılınca hiç güneş almıyordu. O yüzden gündüz bile ışık yakıyordu. O gece ailelerimiz, astsubaylar, subaylar, o, somadan, ben Manisa’dan, babamın ne iş yaptığından kaç kardeş odlumuza kadar ve hayata dair bir sürü şey konuştuk. Bana gazete okuyup okumadığımı sordu: okumadığımı söyledim. Hayata dair bilgimizin olması için ve günlük olayları takip edebilmek, dünyada neler olup bittiğini öğrenmek için gazete okumamız gerektiğini anlattı. O günden sonra her gün Cumhuriyet gazetesi almaya başladım. Çünkü o gece masasının üstünde Cumhuriyet gazetesi görmüştüm. Gazete alıyordum ama büyük puntoların ve başlıklarının dışında; köşe yazarlarının ne dediğini hiç anlamıyordum. Gündüz sohbetlerimizde bunu Erhan’a söyledim; Yazarların düşüncelerini anlayıncaya kadar ve kelime hazneni genişletene kadar anlamayacaksın dedi ve okumaya devam etmemi söyledi. Gündüzleri birkaç kişi bir araya geldiğimizde her konuda hep onun fikirlerine önem verdiklerini gördüm. Her konuda bilgisi vardı. Bir defa işini çok iyi biliyordu; pilotlar ondan çok memnundular ama o pilotlarla hep mesafeliydi. Ama hepsiyle değil. Her astsubayla da samimi değildi, onlarla da mesafeliydi. Birde ondan çekinirlerdi: çok bilgili olduğunda mı yoksa sert görünüşlü olduğundan mı, o aralar bunu çözememiştim.
Bir akşam beni, Mehmet DİKİLİTAŞ’ ve Selçuk’u davet etti evine. Onlar benden kıdemli oldukların çevreleri daha geniş olduğundan birlikte neler olup bittiğine dair benden daha deneyimliydiler. Bende onlar konuşurken öğrenmiş oluyordum. Erhan bize kitap okuyup okumadığımızı sordu: hiç kimse okumuyordu. Bana Ana’yı verdi okumam için. Diğer arkadaşlara da birer tane kitap verdi. Neyse hemen ertesi günü okumaya başladım, çalıştığım yer uygundu gündüzleri okumaya. Okuduğumu anlamıyorum; bir paragraf okuyorum, işle ilgili bir şey oluyor yarım kalıyor vs. Ama gerçekten anlamıyorum. Okuduğu gazeteden bir şey anlamayan biri, eline aldığı ilk kitap ne anlar.
Bunu Erhan’a anlattım. Çok doğal dedi. Israrla anlayıncaya kadar okuyacaksın dedi. Bir gece yine onda toplandığımızda, artık samimi de olmuştuk: Konuşmalarımız sohbet havasından çok biz dinleyici o; anlatıcı havasında geçiyordu. Ve o gece bana sen cahilsin dedi. Ben çok içerledim tabi. Ben dedim iki lise diploması olan aynı zamanda Astsubay okulunu bitirmiş biriyim bana bunu nasılsın söylersin dedim. O da, söyle bakalım URUGUAY dünya haritasında yeri nerededir. Yanıt yok. O sonra cahil olduğumu kabul ettim ve deliler gibi her şeyi okumaya başladım. Altı ay sonra daha farlı bir yerdeydim. Hatta Mehmet ve Selçuk’ bile sol edebiyat de ders verecek duruma geldim. Hatta nöbetçi pilotlarla bile tartışacak duruma geldim. Benim bu gelişmemden Erhan son derece memnundu. Beni sürekli günlük subay –astsubay çelişkisinden alıp sistem çelişkisine kadar bilgilendirir; İşçi sınıf-burjuvazi çelişkisine getir bağlardı. Yani liseyi bitirinceye kadar beş vakit namazında olan ben; iki yıl içinde iyi bir sol yakınlıkduyar olmuştum. Bu sempatizanlık dönemimde; 1975 yılının Ocak ayında Astsubay eşleri yürüyüşleri düzenlenmişti, ona katıldım. İç hizmet tüzüğüne göre astsubaylar sosyal hakları için dahi olsa böyle bir yürüyüş yâda taleplerini dile getirecekleri tepki biçimi yasaktı. Ulus meydanında, Atatürk heykelinin önünde toplanılıp meclise kadar yürünecekti. Astsubay eşleri bayanlar hazırladıkları pankartlarla toplandılar, eşleri de sivil giyimli olarak oradaydılar. Kortej oluştu ve yürüyüş başladı, Sıhhiye köprüsünün altına geldiğimizde Jandarma barikatıyla karşılaştık. Aslında yürüyüş kendi halinde slogansız efendice gidiyordu! Ne olduysa birden sloganlar atılmaya başlandı; sonradan öğrendik; meğer yasal ve sol bir partinin gençlik kolları da çağırılmış yürüyüşe sahip çıkılsın diye. Gençlik durur mu sessiz. Kortejin her iki tarafında erkekler, ortada da kadınlar yürüyordu. Bende Bulvarın ortasına yakın bir yerde yürüyordum, tipimizden, saçımızdan asker olduğumuz zaten belli oluyordu, İri yarı bir Jandarma albay koluma girdi beni sürükleyip araca götürmeye çalıştı; oradaki kadınlar da belimden zincir oluşturup asıldılar ve beni kurtardılar. Onlardan kurtulup şimdiki adalet sarayının arkasından GAR’A doğru kaçmaya başladım. Bayağı gitmişim arkama dönüp baktım kimse yok, tekrar geri döndüm. Kortejin araksından gittim. Kortej Kızılay meydanına vardığında bu defa polis barikatı çıktı karşımıza; ortalık karışmıştı, düzen kalmamış herkes panik halinde sağa sola kaçışıyordu. Panzerler renkli ve tazyikli su sıkıyorlardı. Bende ıslanmış ve renklenmiştim. Dikkat çekmemek için üstümdeki ıslak paltoyu çıkarıp bir poşete koydum ve misafirhaneye gittim. Orada Pazar günü olduğundan ve gösteriden dolayı kimse yoktu. Bunu fırsat bilip hemen üstümü değiştirdim ve salonda beklemeye başladım. Aynı gün bu yürüyüşler; ANKARA, KAYSERİ, DİYARBAKIR, ESKİŞEHİR ve BALIKESİR’ DE düzenlenmişti. Silahlı kuvvetler tarihinde bir ilk gerçekleşmişti. Ve bir daha da böyle bir olay yaşanmadı. Yürüyüşte yakalananlar mahkemeye çıkartıldılar ve bir ay içinde ordudan ilişkileri kesildi. Bir yıl sonra bu olayın yıldönümüne denk gelen tarihte, aynı şehirlerde, yemekhaneye gitmeme eylemleri gerçekleşti. Bir sonraki yılda topluca revire çıkma eylemi gerçekleştirildi. Ben yemekhane ve revir eylemlerinin gerçekleşmesinde aktif rol aldım.
Bu olaylardan sonra Erhan benim politik konuşmalar yapmamamı, hatta mümkünse apolitik bir görüntü vermemi ancak olayları ve gelişmeler i gözlemlememi istedi. BU sırada sivil toplumda sağ ve sol olaylar çok yoğun yaşanıyordu. Bu durum tabii ki orduya da yansıyordu. Astsubaylar arasında bölünmeler oluştu. Herkes birbirlerine düşman gibi bakıyordu. Hatta zıt görüşlü kişiler kim daha kıdemliyse diğerini ezmeye ve zor duruma düşürmeye çalışıyorlardı.
O günlerde yeni bir günlük gazete çıktı; POLİTİKA. Türkiye Komünist partisinin yayın organıydı. Erhan’la buluşmalarımız daha da sıkılaştı. Haftanın en az üç gecesini onun evinde konuşarak geçiriyordum.
1975 yılının Temmuz ayında Mehmet DİKİLİTAŞ, Selçuk ve ben TOPRAKLIK sentinde eve çıktık. Yeni ev eşyaları aldık, yatak, masa sandalye, oturma grubu, mutfak eşyaları vs.Daha sonra bize, Mehmetlin Üniversite de okuyan köylüsü Selami de aramıza katıldı. Selami'nin annesi ve babası Almanya da çalışıyorlardı, ev kirasına o da ortak oldu.

Hiç yorum yok: