26 Ocak 2008 Cumartesi

A BLOK ANILARI (KIŞ 1983)

Herkes birbirinin yüzünü görmeden muhabbet ediyordu. Hatta onbeş nolu hücredeki Amasyalı dört ya da beş nolu hücredeki biriyle satranç oynuyordu.
Sayımlar burada koğuşun içinde alınıyordu. Koridor nöbetçisi er, sayım ekibi gelmeden bizi sayım vaziyetine geçiriyordu. Arkamız koridora dönük bekliyorduk. Sonra gardiyan hücre kapılarını açardı. Sonra sayım ekibi askerler marşlar eşliğinde nara atarak bir gürültüyle gelirlerdi. Sonra çavuş dikkat komutuyla birlikte istiklal marşının herhangi bir kıtasını oku komutu verirdi. Hep bir ağızdan başlanırdı okunmaya. Ben hiç bilmiyorum, şimdiye kadar da başımıza böyle bir şeyin geleceğini düşünmediğimizden, ezberlememiştim. Okuma işi bittikten sonra çavuş yeni komutunu veriyordu. Geriye dön, iki adım ileri marş. İki adım gittikten sonra, tekrar geriye dön komutu verirdi. Sonra çavuş koğuş mevcudunu söyleyerek görüş için nöbetçi subaya arz ederdi. Çavuş sonra say komutu verirdi. Bir nolu hücredeki; bir, en son hücredeki de sondur komutan' im derdi. Çavuş yerlerinize marş komutuyla herkes hücrelerine girer, kapılar kapanır ve sayım biterdi.


Böylece iki yıl sürece hücre yaşantım başlamış oldu.

Birkaç gün seslerden, kimin kim olduğunu ve tecrit işleyişini öğrenerek geçti. En çok sesi çıkan on beş nolu tecrit deki

Amasyalı arkadaştı. Arada bana sesleniyordu, okuyacak kitap verebilirim diyordu. Kitapları nöbetçi er’lerle gönderiyorlardı. Her er değil tabii ki. Onlar öğrenmişler kime güveneceklerini. Her nöbetçi er’de konuşmuyordu zaten. Onlara kesin talimat veriyorlardı, Tutuklularla konuşmayacaksınız diye. Ancak bazı er’ler bizlere güvendiklerinden küçük kaçamaklar yapıyorlardı. Bu da bizleri mutlu ediyordu.

Bir gün Erhan’la beni aldılar tecritten, A blok’a götürdüler ” kafese” koydular. Burada bekliyoruz. Bizi getiren b blok görevlisi astsubay işlemlerimizi yaptırıyor sanırım. Çok sevimsiz biriydi. Tutululara karşı özel bir kini vardı sanki. Kafeste görevli erler neden geldiğimizi soruyorlar. Bilmiyoruz dedik. Ne iş yapıyorsunuz dediler. Astsubayız dedik. Astsubayın ne işi var burada dalga mı geçiyorsunuz, deyip copları rastgele vücudumuzun çeşitli yerlerine vuruyorlardı. Üstümüzdeki bütün kıyafetleri çıkarttılar. İç çamaşırlarımızla kaldık. Çıkarttığımız kıyafetleri kontrol ediyorlar, bir taraftan da çıplak vücudumuza cop’la vuruyorlardı. Bize uygulanan şiddeti gören, B blok görevlisi astsubay keyifle gülüyordu. Sonra kıyafetlerimizi giymemiz için geri verdiler, giyindikten sonra kafesten çıkardılar. Şimdi a blok görevlisi er’ler götürüyorlar, zemin kata kadar indik sanırım. Dehliz gibi bir yere geldik, birçok kapılar var. Kapılardan birini açtılar beni içeri soktular. Bir başka yere de Erhan’ı koydular. Karanlık bir yer, ışık falan yok. Kapı yüksekliğinden sonra, yaklaşık elli santim yukarda beş santim çapında bir havalandırma deliği var, oradan küçük bir ışık huzmesi süzülüyor. Yer beton ve üstüne oturulacak hiçbir şey yok. Oturup sırtımı duvara yasladım ve ayaklarımı uzatamıyorum, dizlerimi kırarak oturabiliyorum. İşte “TABUTLUK” dedikleri yer burası. İçerde bir tane hastanelerde hastaların kullandıkları ördeklerden var. Kolumdaki saatin kaç olduğunu bile görmüyorum karanlıktan. Yemek zamanlarını kapı açılınca anlıyorum. Zaten ekmek arası bir şeyler veriyorlar, sulu yemek yok. Galiba bir iki defa verdiler. Yemek kaplarını akşamları topluyorlar ve bu esnada ördeklerdeki atıkları da boşalttırıyorlar. Bizden önce buraya getirilmiş tutuklular birbirleriyle konuşuyorlar. Bu akşam Diyarbakırlı asker nöbetçiymiş. Tek, tek “tabutlukları dolaşıp kapılarını vuruyor sigaranız var mı diye soruyor. Ben yok dedim. İki adet sigara ile kibrit çöpü ve Eczası’nı yukarıdaki havalandırmadan attı. İki gün idare et dedi bana. Birini içtim ikincisini akşam ördekleri tuvalete boşaltmaya gidince yakalattım. On günümüz tabutluk ta böyle geçti. On birinci gün çarçabuk bizleri çıkardılar, sakal traşı olmamız için bir yere götürdüler. Her birimize birer permatik verdiler, uzamış ve sertleş sakalımı keserken yüzümün birkaç yerini de kestim. Kanı durdurmak imkânsız, durmadan akıyor. Sonra bizi tekrar B bloğa tecrite geri götürdüler. Kolordu komutanı A bloğu teftiş edecekmiş, o yüzden bizi apar topar çıkarmışlar. Belki daha ne kadar kalacaktık kim bilir?

Erhan tecrite geldikten sonra bana karşı saldırganlaşmaya başladı. Küçük görmeye ve aşağılamaya başlamıştı. Hatta bir gün dört adımlık tecritte volta atarken sinirlerimi bozdu, boğazına sarıldım. Tuhaf bir şekilde hiç karşı koymadı. Bilinçli yaptığına inanmaya başlamıştım. Bunun üzerine Blok amirliğine dilekçe yazdım, başka bir yere alınmam için. Bir iki gün hiç konuşmadık. Zaten bir hafta sonra da beni en sondaki tecride aldılar. Erhan’la yollarımız ayrılmıştı artık. Mahkemeye giderken bile yan yana gelmiyorduk ve birbirimizi görmemiş gibi yapıyorduk. En son tahliye olduğumuz gün gördüm, bir daha hiç görmedim, tam yirmi iki yıl oldu, nerelerdedir ne yapıyordur kim bilir?

Bu tecritte ben yaşça büyük biri kalıyordu. Ahmet UĞURLU. Sağlık nedenleriyle sayımlarda tecridin içinde sayılıyordu. Yani doktor raporu vardı. Yoksa yaşına, hasta olduğuna bakmazlardı.

TECRİT’TE YALNIZ GEÇEN GÜNLERİM

“Türk TV tüpünün babası öldü

Türkiye'de ilk televizyon tüpünü üreten Uğurgül Fabrikaları'nın kurucusu Ahmet Uğurlu (72) geçirdiği kalp krizi sonucu İstanbul'da vefat etti. Ahmet Uğurlunun cenazesi, bugün Ataköy 5'inci Kısım Camii'nde kılınacak öğle namazının ardından Edirnekapı Şehitliği'ndeki aile kabristanına defnedilecek. 1995-1998 yılları arasında Kanal 6 Televizyonu'nda Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Hasan Basri Uğurlunun babası olan Ahmet Uğurlu, Türkiye'ye ilkleri getiren sanayiciler arasındaydı. Kırşehir doğumlu Uğurlu, televizyon, televizyon tüpü, elektrik sayacı ve çelik döküm imalatını yapan Uğurgül'ü kurmuştu.

http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/04/26/117533.asp”

Ahmet UĞURLU’NUN başka bir tecritte ortağı Ali Bey vardı. Şirket yöneticisi olarak birlikte tutuklanmışlar. Tutuklanma hikâyelerini Ahmet UĞURLU’NUN kendinden dinleyelim.

“Televizyon tüpü üretimi için gerekli hammaddeyi İtalya’dan ithal ediyorduk. Bu malzemelerin bir kısmı defolu mallar idi, bunlar gümrük antreposun kalması gerekiyordu. Bizim bilgimiz dışında Şirket görevlisi sağlam malzeme gibi, gümrük antreposundan çekip fabrikada tüp imalatında kullanmışlar. Rakip firmalarda bunu öğrenip kaçakçılık şubesine ihbar etmişler ve ortağımla birlikte tutuklandık.”

Ahmet Bey yatağının üstünde oturarak beş vakit namazını kılan biriydi. Bir oğlu varmış, Amerika’da insan mühendisliği konusunda eğitim almış. Şimdi kendi şirketinde müdür olarak çalışıyormuş. Her hafta Çarşamba günleri uçakla İstanbul’dan ziyaretine gelip aynı gün geri dönüyormuş. Aynı şekilde Ali beyin ziyaretçileri de.

Ahmet Bey bayram günleri tüm koğuşa baklava siparişi verirdi. O yüzden koğuşta çok popülerdi. Hatta bir defasında koğuşa televizyon alınması için blok amiriyle görüşmüştü. Ama kabul edilmemişti, üstelik böyle bir istek kabul edilse bile tecritteki insanlar tarafından seyredilmesi olanaksızdı.

Bir gün tecrite Fahrettin ASLAN’I getirdiler, babalar koğuşundan. Bu koğuş sarımsak kokuyor beni başka bir yere alın diye talepte bulunmuş onun için getirmişler. Behçet Cantürkün tecrit’ine koydular. Behçet’i yine şubeye almışlardı, tecrit'i boştu. Behçet sık gidiyordu emniyete. Ya sorgusunda eksiklikler buluyorlardı ya da yeni kanıtlar çıkıyordu Behçet’in ifadesine başvuruyorlardı. Çok zeki ve dürüst biriydi. Fahrettin ASLANI hiç sevmezdi korkak diye.

AHMET beyin tecrit’ine gelince sayımlarda en son kişi ben olduğum için, sondur Komutanım demem lazım, çavuşa komutanım demeyi gurur yaptığımdan demiyordum. Çavuş aslında iyi birisiydi, baştan tekrar saydırdı. Ben tekrar sondur komutanım demediğim için, Nöbetçi subayla konuştular sanırım, benden bir öncekiyle, benim yerimi değiştirdiler. Baştan tekrar saydırdılar, benden sonraki sondur komutanım dedi ve üç defa saydırıldıktan sonra, sayım da bitti. Bundan sonraki sayımlarda ben, benden öncekiyle hep yer değiştirdim. Nöbetçi subayları da buna alıştı, ses çıkarmadılar.

1982 kışının çok sert geçtiğini söylemiştim; eşimle görüşmemizde canının çok sıkkın olduğunu fark ettim. Nedenini sordum, beni üzmemek için önce söylemek istemedi. Ben ısrar edince söylemek zorunda kaldı; parasızlıktan odun kömür alamamış. Bir görüşme sadece bunu öğrenmek için geçti, başka hiçbir şey konuşamadan. Tecrite döndüğümde moralim bozuktu, öyle sessizce oturuyordum Ahmet bey anladı tabi, moral vermek istedi. Bak dedi,” ben hasta ve bir sürü para kaybetmişken senin kadar üzülmüyorum. Sıkma canını bunlar da geçer dedi.” Bilse benim derdim başka. Aklıma Şarkışla da ki arkadaşım Mehmet DİKİLİTAŞ geldi. Mektup yazdım ve ondan para istedim. Mektubu da bir şekilde birileriyle postalattım. Eşimle bir ay sonraki görüşmemizde bana ,”Mehmet bana odun-kömür almam için para gönderdi,” dedi. “Bende geri gönderdim dedi.” Gurur meselesi yapmış. Oysa çok yakın arkadaştık. Onlara bile zor durumda olduğunu fark ettirmiyordu. Eşime bundan böyle ayda bir ziyaretime gel dedim. Hem kış çok sertti hem de masraf azalsın istedim. Eşim de olumlu karşıladı. Ahmet Bey yardımcı oluyordu, sadece sigaraya para veriyordum. İki ay Ahmet beyle aynı tecridi paylaştık. Sonra beni onsekiz yirmi kişilik küçük bir koğuşa aldılar. Bizim astsubay koğuşu olarak kaldığımız yere çok yakın. Burada sol ve sağ tutuklu sayısı birbirine çok yakın. Sol grubun içinde TKP' li bir ben vardım. Diğerleri DEV-YOL gurubundandı. Dört ya da beş kişilerdi. İçlerinde benden de yaşlı öğretmen bir arkadaş vardı. Onunla süreç içinde daha yakın olduk birbirimize. Diğerleri birbiriyle bile geçinemezlerdi. Nasıl insanlardı anlamıyorum, sanki mahkemede birbirlerine karşı doldurulup geliyorlardı. Önceleri karışmıyordum. Baktım olacak gibi değil, beş kişilik komünü ikiye ayırıyorlardı. Ortaklaşa alınan malzemeleri sen çok yedin, o çok yedi gibi düşüncelerle birbirlerini suçlayıp hemen gruptan ayrılıyorlardı. Bende sorunu didikleyip önce bunları ayırıp sonra birleştiriyordum. Bunu iki defa yaptım. İşlerinde yaşça büyük olan öğretmen anladı. Bana dedi ki sen bunu bilinçli yapıyorsun, evet dedim. Neden dedi? Kaç defadır ufacık sorunlarla birbirlerini kırıyorlar ve ayrılıyorlar, bende onlar ayrılmadan bunu yapıyorum ki düşünsünler bir daha yapmasınlar ve sorunlarını konuşarak çözümlesinler istedim. Zaten bundan sonra ayrılmadan önce bana geliyorlar, Konuşuyoruz ve sorunları çözüyorduk. Komün başkanı öğretmen arkadaştı ama gölge başkan bendim. İlk defa böl, parçala, birleştir, yönet formülünü burada uyguladım ve başarılı da oldum.

Öğretmen arkadaşla çok samimi olduk, birlikte İngilizce çalışıyorduk, ikimizin günlük bir paket sigara hakkımız vardı, onar adet bölüşürdük. Bir sigaranın yarısını ben, yarısını o içerdi.

Bizim koğuşun penceresi havalandırmaya bakıyordu. Diğer koğuşlar havaya çıktıklarında, bizim koğuşta tanıdıkları olan varsa konuşmaya çalışıyordu. Görevli askerler engellemeye çalışırlardı ama yinede bu girişimde bulunuyorlardı. Blok amirine şikâyet etmiş askerler. Bunun üzerine koğuş penceresini dışarıdan düz bir levhayı, pencere demirlerine kaynak yaparak kapattılar. Ne ışık alabiliyoruz nede oksijen. Karar aldık, sayımdan önce herkes sigara içecek. Ufacık yer zaten, göz gözü görmüyor, duman altı olduk. Sayım sırası bize geldi, çavuş kapıyı açtı, açmasıyla ürkerek kendini geri çekti, yangın çıktı zannetmiş. Koğuş sorumlusu, pencerenin kapatıldığını, yemekten sonra da sigara içilince böyle oluyor dedi. Sayımdan sonra kaynak makinesiyle perçinli yerleri kopartarak, levhayı kaldırdılar. Sigara eylemi başarılı olmuştu.

Hiç yorum yok: