10 Ocak 2008 Perşembe

YAŞAMIMDEAN KESİTLER -BEN KÜÇÜKKEN

BÖLÜM 1
Ninemle yan bahçedeyiz; o bitaraftan akşam yemeği için sebze toplarken bende kurban bayramında kesmek için yetiştirdiğimiz koçumuzla oynuyorum. Bayağı da büyüdü s biçiminde iki çift boynuzları, açılımsız onar santim var. Ben ona tos yapmasını öretmiştim. Karşısına geçi elini kaldırdığında dört ayağının üstünde zıplayarak gelir ve eline kafa atardı. Bir ara dalmışım nineme yardım için koçun yanından ayrıldım, ne olduğunu anlamadan ninem bağırmaya başladı koça, bir tarardan da bana söyleniyor; meğer ninem eğilmiş yerden sebzeleri toplarken onu gören koç da tos vaziyeti alıp nineme polosundan toslamış. Ben hemen koça koştum boynuzlarından yakalayıp yere yatırdım. Hayvanın boynuzundan nasıl çevirdimse boynu kütürdedi.
Ninem dedemim ikinci karısı, adı, arzu. Dedemin birde Ayşe, isminde bir karısı daha varmış, kambur Ayşe derlermiş ona da. Beni o büyütmüş sırtında çok taşımış beni. Hiç hatırlamıyorum Ayşe ninemi, ben çok küçükken ölmüş.
Dedemi de hiç hatırlamıyorum; resimlerinden biliyorum, bana o’nun adını vermişler; Musa. Dedem 7 yıl askerlik yapmış.1912-1913 Balkan savaşına ve birinci dünya savaşına katılmış, bütün kardeşlerini savaşta kaybetmiş. Askerden geldikten sonra hiç çalışmamış; annemi yanına alır AKHİSAR, MANİSA İZMİR gezerlermiş. Dedemin Ayşe ninemden çocuğu olmamış, bu kadın doğurgan değil diye düşünüp arzu ninemle evlenmiş ondanda çocuğu olmayınca arzu ninemin Balıkesir ivrindide yaşayan erkek kardeşinin kızı olan annem HURİYE i evlatlık almışlar. O Yıllarda savaştan dolayı çalışan erkek çok az. İşlere yardımcı olacak bir erkek lazım, tarla çok çalışacak adam yok, yetiştiremiyorlar. Babamı önceleri işlerinde yardımcı olacak çok çalışkan bir delikanlı olarak yanlarına almışlar. Hayvanlarla birlikte yatıp kalkıyormuş. İlerleyen yıllar içinde arzu ninemin güvenini kazanmış çok çalışkan olması nedeniyle gözüne girmiş ve annemi babama vermiş. Daha doğrusu babam KADRİ’Yİ (kadir olarak bilinir)içgüveysi olarak almışlar.
Annem o zaman 14,babam da 18 yaşında. Annemle benim aramda 15 yaş fark var. Ben 15 Şubat 1953 yılında dünyaya gelmişim, benden bir yıl sonra da kardeşim MEHMET dünyaya gelmiş. Sarışın çilli bir çocuktu. Çilleri sanırım küçükken çok güneşte kaldığından oldu. Bizleri sabah dört yâda beş gibi o güzelim uykumuzdan kaldırırlar at arabasına yorganları koyarlar tarlaya varıncaya kadar uyuyarak giderdik. Erken kalkmamızın nedeni tütün yapraklarını güneş ısıtmadan toplamak gerekiyordu; çünkü ısınan tütün yaprakları sertliğini kaybedince koparılmıyordu. İşte yine öyle bir gündü ninem, annem ben tütün diziyorduk; ninem ben kendimi iyi hissetmiyorum gidip biraz yatıcım dedi ve gitti. Kısa bir zaman sora ninem canı yanarak bizlerden yardım istedi, koşarak yanına gittik acılar içinde kıvranıyordu. Hemen babımı bulduk çok çabuk at arabasını hazırladık, köye en yakın yer olan HACIRAHMANLI kasabasına götürdü babam. Biz bir tarardan tütünleri dizerken bir tarardan da ninemi düşünüyorduk. Tütünler dizilmezse sıcaktan pişiyor ve kararıyor, o zamanda kalitesi düşüyor. Bir gün sonra ninemin ölüsünü getirdi babam. HACRAHMANLI da gerekli müdahaleyi yapmadan MANİSA ya sevk etmişler. Tabi gerekli zamanda yetiştirilemediğinden çok geç kalmışlar ve orda vefat etmiş. Avluda yıkarlarken gördüm sağ bacağı morarmıştı, bende iz bırakan o oldu. Ninemin ne rahatsızlığı vardı bilmiyorum ama köyde sıhhiyeci Hasan diye biri vardı; askerliğini sıhhiyeci olarak yapmış, ona iğne olmuş. Yani ninem arınık olmayan iğneyle yapılan müdahale sonucu ölmüştü.
Ninenin öldüğü yıl 1959 da ilkokula başladım. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün sınıfların bir arada eğitim gördüğü bir yerdi. Sınıflar üçer kişinin oturduğu tahta sıralarla ayrılmıştı. Okulun giriş kapısının hemen karşısında büyük bir sobamız vardı; kışın kurulur baharda kaldırılırdı. Kışın herkes sabah okula gelirken sobada yakmak için taşıya bildiği kadar evinden odun getirirdi. Öğretmenimiz
Yeni mezun olmuş bayan bir öğretmendi. Üçüncü sınıfta bir defa tokadını yedim. Okulun tuvaletlerinde kullanmak için köyün dışındaki çeşmeden su getirmemiz için görevlendirmişti; biz bilinç olarak gecikince çok sinirlenmiş gereğini yapmıştı.
Amerikan yardımı diyorlardı o zaman; sabahları süt tozundan sobanın üstünde büyük bir kazan içinde süt yapıyorduk. Tabii bardağını herkes evinden getiriyordu; ders bitiminde akşam eve dönerken evden getirdiğimiz bu bardakları fırlatarak kimin bardağı sağlam yarışması yapardık. Yine böyle bir yarışma esnasında süt bardağım kırıldı; çok üzülmüştüm, saplı beyaz bir porselendi, dedemin hatırasıydı. Dördüncü sınıfta kızlara ilgi duymaya başlamıştım, uzaktan akrabamız olan sultan isimli bir kız vardı, beşinci sınıftan biri daha ona ilgi duyuyordu. Bu yüzden onunla kavga bile etmiştik. Birde yan komşumuz vardı; lakabı‘GOCAİB RAM’DI, iri yarı çok çalışkan bir adamdı, yalnız yaşardı, iki defa evlenmiş ancak iki eşi de ölmüş. Üçüncü eş aranıyordu, ancak köydeki kötü şöhretinden dolayı bulunamıyordu. Annemim kardeşleri Balıkesir’in İvrindi ilçesinde yaşayan ebe bir ablası vardı; Ayşe teyzem. Bize geldiğinde sanırım ona söylenmiş o da; iki kızı bir erkek çocuğu
Olan dul bir kadın bulmuş; İbram dayıyla evlenmişti. Bizimde şehirli kızları olan bir komşumuz olmuştu. Bazı akşamları onlara oturmaya giderdik. Ben büyük kız Hatice’ye, aynı yaştaydık sanırım, kardeşim Mehmet de küçük kız fatmaya âşık olmuştu. Sanırım bu aşktan çok bizlerden farklı olan karşı cinse saygı idi. Bir akşam yalnız olduğumuz bir anda kardeşim, Fatma’yı yanağından öptü. Ben utangaç biri olduğumdan öyle bir eyleme geçemiyordum.
Akşamları okul çıkışında en büyük eğlencelerimizden biri de; Çaput denilen eski kumaşlardan top yapıp onunla maç yapardık. Tabi çelik çomak oyununu belirtmem lazım favori oyunlarımızdandı. Böyle akşamları annem bizi zor götürürdü eve.
Ben beşinci sınıftayken annem en küçük kardeşim MUSTAFA’YI dünyaya getirdi. Simsiyah saçlı karakaşlı, karagözlü bir bebekti. Büyüyünce de hiç değişmedi yine aynı. Böylece üç erkek kardeş olduk.
Mustafa’dan önce bir kız doğdu, adını Ayşe koymuştuk bir hafta yaşadı, neden öldüğünü bilmiyorum. Onun için çok ağlamıştım, bir bebeğin o tarif edilemez kokusunu hiç unutamıyorum, hala burnumda tüter.
Ben ilkokulu bitirdim. Annem babam karar almışlar MANİSA’YA taşınmaya bizleri okutmak için. Bir iki tarla satıp Manisa’dan,
“ Manisa ağlayan kaya


NİOBE

Niobe, Lydia kralı Tantolos’un kızı, Thebai kralı Amphion'un ise karısıydı. Çok kibirli ve hırslı bir kadındı. Hepsi birbirinden güzel tam on iki tane çocuğu vardı. Altısı kız, altısı da erkekti. Bundan dolayı kendini öyle beğeniyordu ki Thebai kadınlarının büyük saygı duydukları Tanrıça Leto'yla sadece iki çocuğu var diye alay ediyordu. Niobe daha fazla çocuğu olduğu için tanrıça Leto'dan daha çok saygı görmesi gerektiğini söylüyordu.


Leto bunları duyunca çok üzüldü. Bunun yanında çok da öfkelenmişti. İki tanrıya ana olan bir kadına hakaret ettiği için Niobenin cezalandırılmasını istedi. Çocukları Artemis ve Apollon'u yanına çağırarak durumu anlattığında iki kardeş Niobe'ye hak ettiği cezayı vermek için derhal harekete geçtiler.



Ağlayan kaya



Niobenin altı oğlu Kitheron dağının kayalıklarla örtülü sarp yamaçlarında avlanırlarken Apollo öğle vakti onları kıstırdı ve görünmez okları ile altısını da yere serdi. Haber duyulunca altı kız kardeş, kardeşlerinin ölülerinin bulunduğu dağa koştular. Fakat yol çok uzundu veonlar oraya ulaşana kadar gece olmuştu. Karanlıkla birlikte Artemis de gökyüzünde parlamaya başladı. Annesini üzen kadının kızlarını görünmez okları ile avladı. Tam dokuz gün hiç kimse dağa çıkıp on iki kardeşin cenazelerini almaya cesaret edemedi. Bu yüzden cenaze törenleri de yapılamadı. Niobe çocuklarının başına gelen bu felaketten dolayı günlerce ağladı kendini yerden yere vurdu. Acısı öyle büyüktü ki çocuklarının öldükleri dağa çıkıp Zeus'tan kendisini kayaya çevirmesini istedi ve Zeus'ta bu acılı anne'nin isteğini yerine getirip onu çocuklarının cenazesinin başında kayaya çevirdi."
Ağlayan kayanın iki sokak altından ev aldılar. At’ı n barınması için özel bir odası (beygir damı) bile var. Manisa ovasından; on dönümü üzüm bağı olan, on dönümü de boş plan bir arazi satın almışlar. Böylece Manisa’ya yerleşmiş olduk. Beni Manisa Ticaret Lisesine(ortaokul ve lise aynı binada tam gün eğitim vardı) yazdırdılar. Kardeşim Mehmet’i de eve yakın bir ilkokula yazdırdılar.
Okullar kapanınca ovaya yerleşiyorduk, bütün yaz orda çalışıp, okullar açılınca tekrar Manisa’ya geri dönüyorduk. Yazın ürettiğimiz ürünleri satıp kışın onun parasıyla geçiniyorduk. İlk yıllarda yetiyordu ama sonraları yetmez oldu. Belki bizlerin ihtiyaçlarını artması belki de Enflasyondan. O yüzden babam tanıdık kahvehanelerde garsonluk yapıyordu. Oradan elde ettiği gelir yetmezse köye gidip bir tarla satıp geliyordu, tarlanın parasıyla yaza kadar idare ediyorduk. İleriki yıllarlıda da bu böyle sürüp gitti. Kardeşim Mehmet’le bazen fırından simit alır, satardık, bitince de okula giderdik. Bir gün babam bir tepsi ŞAMBALİ (ŞAMBABA TATLISI) almış gelmiş, oturduğumuz sokak da, bakkalın önüne koydu sat bunları dedi. Nasıl utanıyorum, sıkılıyorum tanıdıklar görürse yerin dibine girerim diye düşüyordum, ayrıca köyden yeni gelmiş bizler için kentleşmemiş sosyalleşmemiş ben için ne zor bir durum anlatamam. Neyse o gün tepsinin yarısını sattım. Kış günü olduğu için bozulma tehlikesi yoktu geri kalanını da ertesi gün sattım. Zamanla alıştık harçlıklarımızı bazen simit satarak
Bazen de Şam tatlısı satarak çıkarıyorduk. Ortaokul birde o kadar zorlandım ki derslerde ilk yıl sekiz adet zayıfım geldi ve sınıfta kaldım tabi. Köy okulunda beş sınıfın bir arada olduğu tek öğretmenle ve aynı anda beş sınıfa ders anlatan bir öğretmenin ne kadar verimli olabileceği ve öğrencilerinde ne kadar bilgi alabileceğini varın düşünün artık. Tabi benim ve ailemin morali sıfır, o yaz beni tarlada bayağı çalıştırdılar, boş olan araziye o yıl pamuk ekmiştik, çapala Allah üç defa, otarlını ayıklama, çapa yaparken ellerimiz şişer ve nasır tutardı, her hafta sulama. Neyse o yazıda bu şekilde atlattık, kışın gelmesini okulların açılmasını istememden çok, tarlada çalışmaktan kurtulduğumuz için istiyordum.
Ortaokul birde ikinci yılımdı; kıdemli de olmuştum, geçenleri ikinci sınıfa uğurlamış, bizim sınıfa da yeni kayıtlar olmuştu. Alaşehir’den gelen OSMAN BAŞARANEL isimli öğrenci yeni kayıt olanlardandı. İlerde canciğer olacağımız, yeniler şimdilerde diyorlar ya hani kan kardeşi diye, dert ortağım sevgili kardeşim halen görüştüğüm biricik arkadaşım OSMAN. Liseyi bitirinceye kadar hiç ayrılmadık. Ailecek görüştük, sinemaya birlikte gittik, gezilere birlikte katıldık; birlikte ayrı, ayrı kızlara âşık olduk, birlikte dertlendik birlikte güldük. Ta ki ben 1973 yılında Manisa’dan ayrılıncaya kadar. Osman la benim arkadaşlığımıza ileriki yıllar da özellikle lise yıllarında; Mustafa İNNE (lakabı, DAYI),Mehmet KURTULUŞ(artist),Fahrettin İNAN, liseyi bitirdikten sonra kalp ameliyatında kaybettiğimiz Mustafa KAFES, arkadaş grubumuzdaki kişilerdi. Liseyi bitirdikten sonra hepsiyle ilişkilerimiz koptu bir tek Osman hariç. Dikkat ederseniz grubumuzda hiç kız ismi yok; nasıl olsun ki; kendine güveni olmayan kentleşememiş, kendini ancak erkek arkadaşları arasında ifade etmeye çalışan, giyinmesini bilmeyen, tek düzgün kıyafeti okul kıyafeti olan, köylülükten kurtulamamış benim gibilerin kız arkadaşı olabilir mi? Ama Osman’la ben lise ikinci sınıfta bunları aşmaya çalıştık. Bizim evin bulunduğu sokak da oturan bir kızcağız vardı. Ben okula gidip gelirken bana bakardı, HAVVA. Öyle utangaç ve mahcup birisiydim ki, yolda yürürken başımı önümden kaldırmazdım. Ama Havva komşumuzun kızı, bizlere göre çok şehirli. Üstelik mini etek giyiyor. O yıllarda(1968) kızlarda mini etek, erkeklerde uzun saç moda idi. Araştırmalarım sonucunda Manisa kız öğretmen okulunda yatılı okuyor. Hafta sonları eve geliyor, Pazar akşamı da okula geri dönüyordu. Bir yıl Pazar akşamları Osman’la ikimiz, annesiyle ikisini uzaktan takip eder, okula bırakırdık. Ne bir merhaba ne bir gülümseme
Uzaktan uzağa bakışmalar, tam bir platonik durum. Ama gece gündüz hiç aklımdan çıkmıyor. Bir gün bizim sokaktan başka bir semte taşındılar; Cuma günü okul çıkışında takip edip yeni evlerini örgendik Osman’la.
Bizde o yıl ailecek yeni yaptırdığımız eve taşındık. Aynı semtte sayılırız artık. Çarşıya giderlerken bizim salonun penceresinden baktığımızda onları geçerken görebiliyordum. Ben liseyi bitirdim Havva da öğretmen okulunu bitirdi; Antalya’nın Elmalı ilçesine öğretmen olarak atanmış. Ben o yıl yüksek okul için sınava girdim ama hiçbir yeri kazanamadım. Osman’la konuştum; isteticim dedim. Osman olur dedi, anneme de söyledim, Yarıyıl tatilinde annemler gittiler istemeye, vermemişler. Havva’nın annesi şöyle demiş: yaşları aynı, üstelik Musa’nın işi de yok, kim kime bakacak, kusura bakmayın veremeyiz kızımızı demişler. Düşünün benim halimi, bir hüsran, bir çöküntü, bir şok. Moralim yerlerde sürünüyor.

Neyse bu olay benim aklımı toplamama yardım etti, gurur yaptım; dört tane lise fark derslerini vererek Lise diploması da aldım. Bu diploma ile Hava teknik okullar astsubay sınavlarına girdim. Ve kazandım.

Hiç yorum yok: