2 Ocak 2008 Çarşamba

HİKAYE 1

Ninemle yan bahçedeyiz; o bitaraftan akşam yemeği için sebze toplarken bende kurban bayramında kesmek için yetiştirdiğimiz koçumuzla oynuyorum. Bayağı da büyüdü” s “biçiminde iki çift boynuzları, açılımsız onar santim var. Ben ona tos yapmasını öretmiştim. Karşısına geçip elimi kaldırdığımda dört ayağının üstünde zıplayarak gelir ve elime kafa atardı. Bir ara dalmışım nineme yardım için koçun yanından ayrıldım, ne olduğunu anlamadan ninem bağırmaya başladı koça, bir tarardan da bana söyleniyor; meğer ninem eğilmiş yerden sebzeleri toplarken onu gören koç da tos vaziyeti alıp nineme poposun dan toslamış. Ben hemen koça koştum boynuzlarından yakalayıp yere yatırdım. Hayvanın boynuzundan nasıl çevirdimse boynu kütürdedi.

Ninem dedemim ikinci karısı, adı, arzu. Dedemin birde Ayşe, isminde bir karısı daha varmış, kambur Ayşe derlermiş ona da. Beni o büyütmüş sırtında çok taşımış beni. Hiç hatırlamıyorum Ayşe ninemi, ben çok küçükken ölmüş.

Dedemi de hiç hatırlamıyorum; resimlerinden biliyorum, bana o’nun adını vermişler; Musa. Dedem 7 yıl askerlik yapmış.1912-1913 Balkan savaşına ve birinci dünya savaşına katılmış, bütün kardeşlerini savaşta kaybetmiş. Askerden geldikten sonra hiç çalışmamış; annemi yanına alır AKHİSAR, MANİSA İZMİR gezerlermiş. Dedemin Ayşe ninemden çocuğu olmamış, bu kadın doğurgan değil diye düşünüp arzu ninemle evlenmiş. Arzu ninem, annemin halası. Ne diye hitap ediyordu acaba annem. Bana hiç anlatmadı. Ondanda çocuğu olmayınca arzu ninemin Balıkesir İvrindide yaşayan erkek kardeşinin kızı olan annem HURİYE i evlatlık almışlar. O Yıllarda savaştan dolayı çalışan erkek çok az. İşlere yardımcı olacak bir erkek lazım, tarla çok çalışacak adam yok, yetiştiremiyorlar. Babamı önceleri işlerinde yardımcı olacak çok çalışkan bir delikanlı olarak yanlarına almışlar. Hayvanlarla birlikte yatıp kalkıyormuş. İlerleyen yıllar içinde arzu ninemin güvenini kazanmış çok çalışkan olması nedeniyle gözüne girmiş ve annemi babama vermiş. Daha doğrusu babam KADRİ’Yİ (kadir olarak bilinir)içgüveysi olarak almışlar.

Annem o zaman 14,babam da 18 yaşında. Annemle benim aramda 15 yaş fark var. Ben 15 Şubat 1953 yılında dünyaya gelmişim, benden bir yıl sonra da kardeşim MEHMET dünyaya gelmiş. Sarışın çilli bir çocuktu. Çilleri sanırım küçükken çok güneşte kaldığından oldu. Bizleri sabah dört yâda beş gibi o güzelim uykumuzdan kaldırırlar at arabasına yorganları koyarlar tarlaya varıncaya kadar uyuyarak giderdik. Erken kalkmamızın nedeni tütün yapraklarını güneş ısıtmadan toplamak gerekiyordu; çünkü ısınan tütün yaprakları sertliğini kaybedince koparılmıyordu. İşte yine öyle bir gündü ninem, annem ben tütün diziyorduk; ninem ben kendimi iyi hissetmiyorum gidip biraz yatıcım dedi ve gitti. Kısa bir zaman sora ninem canı yanarak bizlerden yardım istedi, koşarak yanına gittik acılar içinde kıvranıyordu. Hemen babımı bulduk çok çabuk at arabasını hazırladık, köye en yakın yer olan HACIRAHMANLI kasabasına götürdü babam. Biz bir tarardan tütünleri dizerken bir tarardan da ninemi düşünüyorduk. Tütünler dizilmezse sıcaktan pişiyor ve kararıyor, o zamanda kalitesi düşüyor. Bir gün sonra ninemin ölüsünü getirdi babam. HACRAHMANLI da gerekli müdahaleyi yapmadan MANİSA ya sevk etmişler. Tabi gerekli zamanda yetiştirilemediğinden çok geç kalmışlar ve orda vefat etmiş. Avluda yıkarlarken gördüm sağ bacağı morarmıştı, bende iz bırakan o oldu. Ninemin ne rahatsızlığı vardı bilmiyorum ama köyde sıhhiyeci Hasan diye biri vardı; askerliğini sıhhiyeci olarak yapmış, ona iğne olmuş. Yani ninem arınık olmayan iğneyle yapılan müdahale sonucu ölmüştü.

Ninemin öldüğü yıl 1959 da ilkokula başladım. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün sınıfların bir arada eğitim gördüğü bir yerdi. Sınıflar üçer kişinin oturduğu tahta sıralarla ayrılmıştı. Okulun giriş kapısının hemen karşısında büyük bir sobamız vardı; kışın kurulur baharda kaldırılırdı. Kışın herkes sabah okula gelirken sobada yakmak için taşıya bildiği kadar evinden odun getirirdi. Öğretmenimiz, Yeni mezun olmuş bayan bir öğretmendi. Üçüncü sınıfta bir defa tokadını yedim. Okulun tuvaletlerinde kullanmak için köyün dışındaki çeşmeden su getirmemiz için görevlendirmişti; biz bilinç olarak gecikince çok sinirlenmiş gereğini yapmıştı.

Amerikan yardımı diyorlardı o zaman; sabahları süt tozundan sobanın üstünde büyük bir kazan içinde süt yapıyorduk. Tabii bardağını herkes evinden getiriyordu; ders bitiminde akşam eve dönerken evden getirdiğimiz bu bardakları fırlatarak kimin bardağı sağlam yarışması yapardık. Yine böyle bir yarışma esnasında süt bardağım kırıldı; çok üzülmüştüm, saplı beyaz bir porselendi, dedemin hatırasıydı. Dördüncü sınıfta kızlara ilgi duymaya başlamıştım, uzaktan

akrabamız olan sultan isimli bir kız vardı, beşinci sınıftan biri daha ona ilgi duyuyordu. Bu yüzden onunla kavga bile etmiştik. Birde yan komşumuz vardı; lakabı‘GOCAİB RAM’DI, iri yarı çok çalışkan bir adamdı, yalnız yaşardı, iki defa evlenmiş ancak iki eşi de ölmüş. Üçüncü eş aranıyordu, ancak köydeki kötü şöhretinden dolayı bulunamıyordu. Annemim kardeşleri Balıkesir’in İvrindi ilçesinde yaşayan ebe bir ablası vardı; Ayşe teyzem. Bize geldiğinde sanırım ona söylenmiş o da; iki kızı bir erkek çocuğu

Olan dul bir kadın bulmuş; İbram dayıyla evlenmişti. Bizimde şehirli kızları olan bir komşumuz olmuştu. Bazı akşamları onlara oturmaya giderdik. Ben büyük kız Hatice’ye, aynı yaştaydık sanırım, kardeşim Mehmet de küçük kız fatmaya âşık olmuştu. Sanırım bu aşktan çok bizlerden farklı olan karşı cinse saygı idi. Bir akşam yalnız olduğumuz bir anda kardeşim, Fatma’yı yanağından öptü. Ben utangaç biri olduğumdan öyle bir eyleme geçemiyordum.

Akşamları okul çıkışında en büyük eğlencelerimizden biri de; Çaput denilen eski kumaşlardan top yapıp onunla maç yapardık. Tabi çelik çomak oyununu belirtmem lazım favori oyunlarımızdandı. Böyle akşamları annem bizi zor götürürdü eve.

Ben beşinci sınıftayken annem en küçük kardeşim MUSTAFA’YI dünyaya getirdi. Simsiyah saçlı karakaşlı, karagözlü bir bebekti. Büyüyünce de hiç değişmedi yine aynı. Böylece üç erkek kardeş olduk.

Mustafa’dan önce bir kız doğdu, adını Ayşe koymuştuk bir hafta yaşadı, neden öldüğünü bilmiyorum. Onun için çok ağlamıştım, bir bebeğin o tarif edilemez kokusunu hiç unutamıyorum, hala burnumda tüter.

Ben ilkokulu bitirdim. Annem babam karar almışlar MANİSA’YA taşınmaya bizleri okutmak için.

Manisa denince akla; üzüm, tütün, mesir macunu, Manisa Tarzan’ı, EFE' ler tabii ki Manisa Lalesi gelir. Şimdi sizlere Manisa’nın tarihi, mesir macunu ve Tarzan'la ilgili kısa bilgiler vermek istiyorum Mnaisa Manisa ilinin merkezidir. Şehzadeler şehri Manisa
Manisa’dan kimler geldi kimler geçti. Taht uğruna Manisa sarayında doğan nice şehzade bir gül goncası dahi olamadan soldurulup giderken geride Niobe gibi acıdan taşlaşmış analar vardı. Yunan baştan aşağı Manisa’yı yakıp yıkıp öldürürken, bebeleri ana karnında katlederken, İstiklâl Savaşına gidip de dönmeyen nice evlâtların ardından geriye ne analar kaldı acıdan tunçlaşmış. Acılarını susup uzaklara bakarak, tütün kırıp üzüm şırası çiğneyerek yüreklerine bastılar. Hititliler, Lidyalılar, Perslerden sonra bölgede Bergama Krallığı kuruldu. Bergama Krallığı
Zamanında Ege bölgesinin kültür ve uygarlık beşiği bugün Manisa'nın ilçesi olan Philadelphia idi. Her ne kadar Philadelphia kentini ABD’liler kendileri kurduklarını sansalar da ilk defa Anadolu topraklarında kurulmuştur. M.S 395 yılında Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kalan Manisa, 1313 yılının 25-26 Ekim tarihlerindeki Regaip Kandili gecesi Saruhan bey komutasındaki askerler tarafından fethedilmiş ve Saruhan oğullarının merkezi olmuştur. Ulu Cami ve Medresesi, Mevlevihane ve Çukur Hamam Saruhan oğullarından günümüze kalanlardır. 1392 yılında Yıldırım Beyazıt tarafından Osmanlı topraklarına katılan şehir Ankara Savaşı sonrası iade edilmiş, Çelebi Mehmet 1412 tarihinde geri almıştır. Artık Manisa, Saruhan Sancağı adı altında Osmanlı Devletine padişah yetiştiren bir şehzadeler şehridir. II. Murat, Fatih Sultan Mehmet, Kanunu Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat, III. Mehmet ve I. Mustafa gibi daha sonra Osmanlı tahtına oturmuş padişahların da içinde olduğu 16 şehzade Manisa’da sancakbeyliği yaptı. Kolay değildi sancakbeyi olmak. Saruhan eyaleti minyatür bir Osmanlı Devleti gibi düşünülüyor, şehzadeler lalaları ve hocaları tarafından bir padişah olarak yetiştiriliyordu. Şehzadeye hem devlet hem başkent görevi yapan Saruhan Eyaleti işte bu dönemde en büyük kısmetlerini doğal olarak alıyordu. Hanlar, hamamlar, kervansaraylar, camiler, medreseler, imar haneler, Bimarhaneler, aşevleri, yetimhaneler, çocuk mektepleri ile hem şehzade tarafından hem de şehzadenin annesi veya diğer yakınları tarafından donatılıyordu. Sarayların, köşklerin, konakların, çeşmelerin, arastaların içinden Manisa her sabah yeniden doğuyordu. 1300 ü yıllarda bölgeye gelen İbn Batuta bağların, bahçelerin, akarsuların, Spil dağının güzelliklerini anlata, anlata bitiremez. Nasıl anlatmasın. Devir, ağaçlara elden geldiğince zarar vermeden yer açılıp 2 katlı, şahnişli ev, konak yapma zamanı idi. Önemli olan gölgeli kocaman ağaçları olan bahçenin büyük olması içinde şıkır, şıkır suların akması idi. Şimdiki gibi, elde çam fidanı, apartmanlar arasında yarım metrekare yer
tiyorum

MANİSA TARZANI

Asıl adı Ahmeddin Carlak olan Manisa Tarzan'ı 1899 yılında Bağdat’ta doğmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında Gaziantep ve Kilis cephelerinde savaşmış, İstiklal Madalyası sahibidir. Harpten sonra yaşamını doğa ve ağaç sevgisine adamış, bu sayededir ki İstiklal Savaşı sırasında yanan Manisa, birkaç yıl içinde yemyeşil olmuştur.


TÜRKİYE'İN DOĞA AŞIĞI!

.

Her gün saat tam an ikide evinin yanına koyduğu eski bir topu patlatan,
evinin gönderindeki bayrağı hiç indirmeyen, güneşten kuruyup kabarmış teni ile elindeki deste çiçekleri evlere dağıtan AHMET BEDEVİ bazılarının dediği gibi
asla meczup değildi, Bugün; Manisa dendiği zaman neyi hatırlıyorsun sorusuna eğer Manisa akıl hastanesi ve Manisa Tarzan’ı cevabını almanın yeni nesil üzerinde yaratığı ters çağrışmanın sonucudur; meczup sıfatı ile haksız yere anılması. O Türkiye'nin ilk çevrecisidir. İlk doğa aşığıdır. O, belki de bizler gibi Manisa'nın ilk hallerini bilen İbn Batu’dan, evliya çelebi'den okumuştu, Belkide okudukları gibi görmek istiyordu Manisa'yı Atatürk'ün öldüğünü öğrendiği zaman sırtındaki fanilayı da çıkartıp atarak ölene dek yaz kış sade bir şortla yaşaması o günden itibaren sakalını hiç kesmemesi, ama pırıl, pırıl bakımlı bir sakala sahip olarak yaşaması, onun çevreciliği gibi bir ayrıcalığı değil de nedir?


Manisa'nın MÜHÜRÜ

Şehrin bir diğer ayrıcalığı, Manisa adını bir mühür gibi üstüne vuran Mesir Macunudur. Nevruz günü bu macundan yiyeni yılan, çıyan gibi zararlıların bir yıl boyunca sokmayacağı, çocuğu olmayanların olacağı, hastalıklardan iyileşeceği, bekâr kızların o yıl içinde evleneceği ve dahi o yıl grip dahi hastalanılmayacağı inancı ile yenilen Mesir Macunu Manisa halkı için ayrıcalık değil de nedir? Bu kudretli macunun macerası 475 yıl önce başladı. Kırım Tatar Türklerinin Hanlarından Mengili Giray’ın kızı, Yavuz Sultan Selim'in karısı ve Kanunî Sultan Süleyman'ın annesi Ayşe Hafsa Sultan, 1522 yılında Manisa'da Sultan Camii adıyla büyük bir cami yaptırır. Caminin çevresini de okul, imaret, hamam, akıl hastanesi gibi hayır eserleriyle donatır. O zaman tımarhane denilen akıl hastanesinin başına, devrin tanınmış bilgin ve doktorlarından Şeyh Merkez Efendi'yi getirir. Asıl adı Muslihiddin Musa olan Merkez Efendi, aynı zamanda gönül sahibi, erenlerden olgun bir kişidir. Hastanedeki delileri, müzikle, şiirle tedaviye çalışır, hastanesinde bir saz ekibi kurdurur. Bir gün, Ayşe Hafsa Sultan ağır bir hastalığa yakalanır. Hiçbir hekim derdine çare bulamaz. Devrin bilginlerinden Sümbül Efendi'ye başvururlar. Sümbül Efendi:

Hiç yorum yok: