24 Şubat 2008 Pazar

ÇALIŞMAYI ÖZLEMEK

ARTIK ÇALIŞMAK İSTİYORUM

Astsubay iken yaptığım işin piyasada ya da sivil çalışma yaşamında bir karşılığı yok. O yüzden başka işler düşünmek zorundayım. Bir mesleğimde yok herhangi bir kuruluşta çalışayım. Serbest bir iş düşünmek ve yapmak zorundayım. Orduda çalışırken sivillerle bir yakınlığım da olmamıştı yani hiç çevremde yok. Önce bir anımı anlatmalıyım; Cezaevinden çıktıktan sonra, Sivas ve Tokat gezilerini bitirip Ankara’ya döndükten sonra Cumhuriyet gazetesine gittim. İçerde (cezaevinde) yazılarını takip ettiğim onun içinde kendime yakı hissettiğim, umut(!) olarak baktığım Erbil TUŞARP’I ziyaret ettim. Allahtan benimle görüşmeyi kabul etti. Ne ben onu tanırım, ne de o beni. Hoş geldiniz deyip masasına oturttu ve çay söyledi. Derdimi anlattım: İçerden çıkalı bir hafta oldu, siyasi tutuklu olarak yargılandım. Erbil bey sordu; hangi davadan? TKP dedim. Ticaret Lisesi mezunuyum, Astsubay okulunu kazandığım yıl, İzmir Gazetecilik Yüksek Okulunu kazanmıştım. İşsizim bana yardımcı olabilir misiniz? Dedim. Telefonu kaldırdı gazetenin başka biriminden birilerini çağırdı. İki kişi geldi benden geçler. Erbil bey tanıştırdı. Bu gençlerde Harp okulundan kovulma teğmenler, dedi. Benim için de:“Musa arkadaş, sizin gibi devrim yapmaya kalkışmış, ancak sizin gibi becerememiş, beş yıldır içerdeymiş yeni çıkmış, iş arıyor, Ticaret lisesi mezunuymuş, muhasebesi varmış ne yapabilir siniz?”dedi. Geçlerden biri; Valla bizim bir muhasebe büromuz var dört kişiyiz bizi ancak geçindiriyor, beşinciyi zor kaldırır, ama isterseniz bir deneyin. Bu demektir ki; arkadaş başının çaresine bak. Bende öyle yaptım, gazeteden ayrıldım ve bir daha ne o binaya gittim ne de cumhuriyet gazetesi satın aldım.

Akşam eve geldiğinde eşime anlattım olanları, üzülme sakin ol panik yapma, nasıl olsa bir şeyler yaparsın diye bana moral verdi. Öyle ama keşke sözcüklerle gerçekler örtüşse. Gerçekler hiç de öyle değil yaşam acımasız. Benim idealize ettiğim düşünceler gerçekler karşısında bir anda yok oluverdiler. Tüm düşünceler, okuduğum tüm bilgiler pratikte bana yardımcı olmuyorlardı. Felsefe, mantık, sosyoloji, Devlet ve Devrim, Darvin, Markx, Engels. Lenin, Daha birçok başlıklar, neden bana yardım etmiyorlardı. Neden benim zor anımda yanımda olmuyorlardı. Neden? Ben mi onları anlamamıştım, yoksa öğretiler pratikte hayata farklı mı yansıyordu. İşte gerçek bu, yalnızdım. Devletle hesaplaşıp cezamı çekmiştim şimdilik. Geceleri de yatağıma yattığımda; Ütopyalarımla ve hayallerimle hesaplaşıp, gündüzleri gerçeklerle yüz yüze kalıyordum. Ben böylesine çabalarken bir ay geçti. Bir tanıdığım bülbül deresinde satılık bir bakkal dükkânı olduğunu söyledi. Beraber gittik baktık. Sahibiyle tanıştık, o da 12 Eylül mağdurlarından. Şimdi hatırlamadığım bir nedenden dolayı satmak istediğini söyledi. Günlük cirosundan bahsetti, geçindirir seni dedi.
Akşam eşime açtım konuyu, sen bilirsin dedi. Oturduk hesap kitap yaptık satın alacak parayı bulmak için. Ordudayken Hava kuvvetleri Kooperatifine(HAKİK) kesilen aidatlarımı ödemişlerdi, 400 lira. Onun dışında hiç paramız yok ve bu miktar yeterli değil. Eşimin ailesi, babası köylerinden bir tarla satmışlar, Kayınbiraderim Eyüp de verdi bir miktar. Parayı tamamladık. Gittim satış işlemlerini gerçekleştirdim.
Bülbül deresi olgunlar durağının iki bina atında artık bir iş yerim vardı: SARGIN GIDA PAZARI.

İlk iş olarak genel bir temizlik yaptım. Yeni tasarım oluşturdum. Köy bakkalı havasından kurtarmaya çalıştım. Bir tek vitrin buzdolabı vardı, yeterli değildi. Ancak şu anda yeni bir vitrin buzdolabı alacak durumda değildim. Günlük 80 ekmek satılıyordu, hafta sonlarında 100 buluyordu. Hitap şeklimle ve davranışlarımla yeni müşteriler oluşturmak zorundaydım. Ama bu o kadar bir olay değildi. Ben ordu da emir komuta ilişkisini özümsemiş biriydim, şimdi eğilip bükülmesini ve en önemlisi müşteriyi dinlemesini öğreniyordum. Daha da önemlisi sabretmeyi. Bunları bir çırpıda değil tabii ki yanlış yaparak ve süreç içinde öğreniyordum. Bir yıl içinde sinir ve mide hastası oldum. Mide rahatsızlığım ileri boyutlara ulaşınca doktora gitmek zorunda kaldım. O zamanlarda(1986) ağızdan mideye gönderilen aletle midenin içini görme teknolojisi yoktu. Beyaz renkli koyu bir sıvıyı içiriyorlar, ilaç midenin tamamını sarınca röntgeni çekiliyordu. Doktor röntgen çekme işlemine geçti fakat o ne ilaç fazla asitten midenin tamamına yayılmamış. Doktor işlemi gerçekleştirmedi, daha sonra az asitli bir zamanda gel dedi ve ekledi: Dünyanın sorunlarını sen mi çözüyorsun da bu kadar sinirlenip miden asitleşiyor. Bilmiyor ki ticaret yapmak ve insanlarla uğraşmak dünyanın en zor işi.
Sakin olduğum da midem normal ama sinirlendiğimde beş dakika içinde hemen şişiyor ve batmaya başlıyordu. Neyse yapacak bir şey yok, her şeyin bir bedeli var ve bununla yaşamasını öğrenecektim.
İkinci sene yeni bir vitrin buzdolabı ve yazar kaza aldım. İktidarda ANAP yönetimi vardı. Ülkede tam bir vahşi kapitalizm uygulanıyordu. Müthiş bir rekabet vardı piyasada. Parası olan indirimli ürün alıp rekabet koşullarını lehine çeviriyordu. Benim de tam karşımda büyük bir market vardı. Müşteriler soruyorlardı; karşı markette şu ürünün fiyatı şu kadar sende niye bu kadar? Nasıl anlatacaktım ben burayı borç para bularak geçinmek için açtım size ucuz ürün satmak için açmadım, diye.
Satış stratejimi değiştirmeye karar verdim. Temizlik ürünlerini kaldırdım, raf ömrü bir aydan fazla olan hiçbir ürünü almamaya karar verdim. Böylece nakit akışın hızlandırdım. İçki çeşitlerini çoğalttım. Peynir çeşitlerine ve soğuk et ürünlerine ağırlık verdim. Dükkânı kapatıp akşam eve gittiğimde Arnavut ciğeri yapıp satıyordum etraftaki esnaflara.
Sabah altıda açıp gece on ya da on bir de kapatıyordum. Cumartesi günleri on ikiyi buluyordu bazen. Pazar günleri de öğleden sonra açıyordum. Evi taşımıştım iş yerine yakın olsun diye. Tunalıhilmi caddesinin başlangıcın da oturuyorduk. Oğlumun okulunun kaydını da yüksel caddesindeki Mimar Kemal ilkokuluna yaptırmıştım. Oğlum ilk aylarda çok zorluk çekti okula uyum konusunda. Sinirinden ve hırsından dudakları patlamıştı. Gece kondu mahallesindeki bir ilkokuldan daha üst seviyedeki bir okulda öğrenim uyumsuzluğu yaşadı. Hâlbuki eski okulunda parmakla gösterilen çocuk sıradan birisi olunca hırs yaptı. İşte eğitim konusundaki rekabet. Yani hayatın her alanında rekabet var. Ben işe başlayınca eşimin ve oğlumun yaşamı değişti. Bir anlamda onlara sınıf atlattırdım.
1986 yazında beş yıl aradan sonra tatil yapacaktım. Dükkânı on günlüğüne kapattım. Eşim izin olayını çözdü ve Datça’ya gittik. Eşimin arkadaşı Ufuk hanımın annesi Sevgi Hanım Datça da oturuyordu. Konaklama ücreti vermeyecektik. Sadece tatil masrafımız olacaktı. Üstelik Ufuk hanımın kızı Almula da oğlumla aynı yaşta ve aynı okul dalardı.
Oğlumun sünnetini de yaptım bu yıl(1986), hastanede gerçekleşti olay, emin ellerde. Öyle sünnet düğünü falan olmadı kendi aramızda gerçekleştirdik.
Dükkânın bulunduğu binanın üçüncü katında oturan ve müşterim olan Mesut ağabey, evde sıkınca yanıma geliyordu sohbete. Mesut ağabey önceleri bir ilaç firmasında satış elemanı olarak çalışıyordu. Bir altmış boyunda hafif tombul, esprili biriydi. Dükkândan içeri girer girmez ne haber bakkal diye hitap ederdi bana. Anlayacağınız gibi samimi olmuştuk. Mesut ağabeyin ikinci evliliğiydi. Eşi kendinden kısa boylu. Bir kızları var. İlk evliliğinden de bir oğlu var, İstanbul da annesiyle yaşıyor, askere gitmek için bekliyordu. Mesut ağabeyin annesi ölüp yüklü bir miras bırakınca, çalışmayı da bıraktı. Su gibi para harcamaya başladı, önceden bir ürün alacağı zaman fiyatını sorardı, şimdi şu kadar verir misin diyor. Kayseri de ve Ankara da gayrimenkul kalmış. Onların kirasını alarak yaşıyorum diyordu bana. Ama ben bakkal olmanın avantajını yaşıyordum. Müşterim olan bayanlar bir yıldan sonra sorunlarını bile anlatıyorlardı. Dedim ya bu meslekte iyi bir dinleyici olmak, müşteri sürekliliğini yaratıyordu. İşte bu bayan müşterilerden biri anlatmaya başladı Mesut ağabeyle ilgili: Annesi Ankara genel evinde bir, evi varmış, Mesut ağabey her aybaşı gidip hâsılatı toplayıp geliyormuş. Yani aslında mesut ağabey bir işverendi. Neden ücretli bir işte çalışsın ki. O da öyle yaptı zaten işi bıraktı, artık kendi işini yapıyor. Daha sonraki günler de bunu bana anlatarak doğruladı.
1987 yazında da tatil için tekrar Datça’ya gittik. Ancak bu defa pansiyonda kaldık. Gündüzleri yine beraberdik plajda. Akşamları pansiyona gidiyorduk. Sabahları saat altı gibi kalkıp sahile giderdim balık almaya. Bir hafta her akşam balık yedik.

1 yorum:

Eyüp Karaaslan dedi ki...

Anlatılandan, ne anlamalıyız?